Coğrafyanın Doğurduğu Kadere İtiraz: Bir Arap Kadının İtirafları
Doğu romanı üst başlığı taşıyan bir okuma denemesi, daha en baştan büyük soru işaretlerini içeriyor: Hangi yazarın hangi kitaplarına öncelik vermek gerekir, ulaşabildiğin kitapların hepsini, okuma denemesine dâhil etmek gerekli midir? Tüm bunların elbette farkındayım. Hele ki herhangi yabancı bir dili kısıtlı iletişim sağlayacak denli dahi bilmeyen birisi açısından, çeviri kitaplar aracılığıyla bir yerlere varmanın çok da sağlıklı sonuçlar vadetmediğinin de farkındayım. Böyle bir muammanın ortasında yegâne motivasyon kaynağımsa şu: Benden sonranın meraklılarına en azından “neyi” ve “kimi” soruları noktasında naçizane bir katkım olursa kendi ömür sermayemin zekâtını ödemiş olacağım.
Bugün hemen tüm dünyada, roman sözcüğüyle klasik sözcüğü bir araya geldiğinde akıllara ilkin Batı edebiyatı geliyor. Doğu’nun roman türüne uyanmakta nerden bakılırsa üç yüz yıl geç kaldığı bilindiğinde, klasik roman kavramının sadece Batı edebiyatı kapsamında düşünülmesi son derece olağan. Evet, Doğu romanı henüz klasikleşmiş örneklerini ortaya koyamadı; bunun en önemli nedeni de geride, nitelikli eserler yönüyle en fazla yüz yıllık bir zaman diliminin olması. Hâliyle Doğu romanları üzerine okuma denemeleri yaparken, Nobel Ödülü tescilli Necip Mahfuz dışında, önümde çok da belirgin bir rehberlik kaynağım yok. Bu da bazen niteliği zayıf kitapları okumayı gerektiriyor. O zaman kendime şunu sormadan edemiyorum: Yazarının bile ciddiye almadığı bir roman için zihin antrenmanı yapmaya değer mi? Ve ardından cevabım şu oluyor: Eksiklikler de bütünün bir parçasıdır ve şayet coğrafya kadar Batı’nın yaptırımlarının da sınırlarını çizdiği[1] o eski dünyanın romanını anlamak istiyorsak kusurlu metinlere de bakmak zorundayız.
Doğu romanı okumalarında karşılaştığım bir diğer önemli eksiklik kadın yazarların azlığı meselesi. Oysa bana göre, şiir ne denli kadın tabiatına uzaksa[2] roman o denli yakındır. Ayrıntıya dayanan tasvir yeteneği konusunda kadın zekâsı erkek zekâsının katbekat ilerisindedir. Ayrıca roman da bir tür dedikodu yapma işidir; erkekler de dedikodu yapar ama bizimki, roman yazma yeteneğini geliştirecek çizgisellik ve derinlikten yoksundur. Maalesef Doğu romancılığı, kadın kalemler açısından arzulanan verimliliğe hâlâ ulaşamamış. Tabii burada şunu da görmek gerekir: Fas edebiyatından Tahar Ben Jelloun’un Kutsal Gece romanı üzerine kaleme aldığım yazıda Batı’nın kabul gümrüğüne değinmiş, Doğu edebiyatından Türkçeye roman çevirilerinin de bu gümrüğe göre belirlendiğini söylemiştim. Belki de işin içinde bir başka gümrük daha var: cinsiyet gümrüğü. Nobel Ödüllü Fransız kadın yazar Annie Ernaux bile “Erkekler yazınca edebiyat yaptı, kadınlar yazınca kitap yazdı oluyor.” diye yakınıyorsa şayet, Doğu romanının kadın kalemleri de sadece “kitap” yazdıkları için tanınma ve başka dillere çevrilme imkânı bulamıyor olabilirler.
İşte Rîm es-Sakr’ın Bir Arap Kadının İtirafları romanını elime alırken içimde, çölde vaha bulmuş bir yolcunun mutluluğu vardı. Üstelik kadın yazarımız, güya tarihî ve inanç bağlarıyla yakın olsak da kültürel açıdan aramızda fersah fersah mesafeler bulunan Suudi Arabistan vatandaşıydı. Hem tercih ettiği tertemiz Türkçe ve edebî üslubu nedeniyle tebrik etmek hem de yazar hakkında bilgi alabilmek için kitabın çevirmeni Mustafa İsmail Dönmez Beyefendi’yi aradığımda onun da benzer düşüncelerden hareketle Bir Arap Kadının İtirafları romanını çevirdiğini öğrendim.
Kitap orijinal ismini ana karakterden alıyor: Zaya. Bence Zaya değil de Zahiye olması gerekirdi. Evet, kitapta hataları ve seçimleriyle Zaya’nın hikâyesi anlatılıyor fakat hikâyeyi anlatan Zahiye. Yani artık değişimini tamamlamış bir başka kimlik. Kimi eylemleri hatalı tercihler haline getiren, geçmişe farklı bir gözle bakabilen Zahiye bilinci. Eğer Zaya o eylemleri her yönüyle görebilseydi zaten eylemin niteliği hataya dönüşmeyecekti ve ortada anlatılmaya değecek bir hikâye bulunmayacaktı. Türkçe baskıda tercih edilen Bir Arap Kadının İtirafları ismiyse daha kitap aralanmadan birtakım düşüncelerin zihinde uyanmasını sağlıyor. Bir defa ‘’itiraf’’, Doğu toplumları nezdinde pek de muteber bir eylem sayılmaz[3]. Batı dünyasında ise bireyler, ‘’itirafa’’ bize göre daha yatkın. Muhtemelen bu farklılığın başlıca sebebi inançlarında yatıyor. Müslümanlıkta -geleceğin bilinmez bir zamanında tövbe etme ihtimaliniz bulunduğundan ve başka kulakların şahitliğinin tövbemizin kabulüne şüphe düşüreceğinden korktuğumuzdan- günahın gizli tutulması gerektiğine inanırız. Hristiyanlıktaysa tam tersi bir inanış söz konusudur: Tövbe eylemi, kilisede günah çıkartılarak gerçekleştirilir. Elbette inanç dışında başka etkenler de var. Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları’nda cezaevine pişmanlık dışında her şeyin girebildiğini söylediğine ve Necip Fazıl, Cinnet Mustatili‘nde cezaevinde mahkûmların işledikleri cinayetlerle övündüklerini söylediğine göre bizde -üstelik başka hayatları da etkilemiş günahlara bile- toplumsal bir yaptırım olmaması itirafı geçersiz kılıyor[4]. Peki, roman aracılığıyla kurgu karakterine itiraflar ettiren kadın yazarımız romanı “itirafın’’ matah sayılmadığı Doğu’da mı yoksa “itirafa’’ yatkınlığın bulunduğu Batı’da mı yazmıştır? Bu ancak yazarın biyografisi bilindiğinde anlaşılabilir. İşte bu noktada karşımıza koca bir duvar çıkıyor: Rim es-Sakr kimdir, gerçekten kadın bir yazar mıdır, yoksa bu müstear bir isim midir, yazarımız karşılaştırmasını yaptığı coğrafyalardan hangisinde yaşar, o da karakteri Zaya/Zahiye gibi Arabistan’da doğup ilerleyen yaşlarda Londra’ya mı gitmiştir? Bunların hiçbirisini bilmiyoruz[5]. Hâliyle metnin kendisiyle dış etkilerden arınarak baş başa kalabilme şansını elde edebiliyoruz.
Böyle bir manzara, okuma alışkanlığı benim gibi olanlar açısından büyük sıkıntı. Yapısalcılara göre metin, geniş açılımlara ulaşabilmek için yegâne hareket noktası olabilir. Metnin hakkını verme yönüyle bu tercihin gayet mantıklı olduğunu da söyleyebiliriz. Bana göreyse metin sonuçtur. Yazarın biyografisinden onu yetiştiren toplumun sosyolojisine bir yığın etmen eserin şekillenmesinde pay sahibidir. Kaldı ki yazar kadar okurun da okuma geçmişi hesabın içindedir, yazarın kurguyu oluşturmasında okumaları ne denli etkiliyse okur da dağarcığında birikmiş öncül metinler oranında farklı analizlere ulaşacaktır. Yani sadece denize bakarak denizi oluşturan suyun hangi nehirlerden, derelerden gelerek biriktiğini anlayamayız. O derelerin ve nehirlerin hangileri olduğunu bilmekse denize daha fazla saygı duymamızı sağlar.
Bir Arap Kadının İtirafları üst kurmacayla başlıyor: Ana karakterimiz Zahiye, Oxford Caddesi’nde çalıştığı kafede kadın bir yazarla buluşur ve ona, “başkaları tarafından şekillendirildiği için anlatılmaya değer bulmadığı” hayatını anlatır. İki sayfalık bu ilk bölümde, yazarın ikili anlatıcı tercihinden kaynaklı bir belirsizlik söz konusu. İlk paragrafları yazar anlatıcı aktarıyor. Fakat son paragrafta söz bir anda kahraman anlatıcıya geçiyor. Anlatıcı değişiminde araya bir boşluk yahut işaret konulmaması akla, aslında Zahiye’nin hayalî bir yazara hikâyesini anlattığı, kendini hem yazmak için dinleyenin hem de yazılmak için anlatanın yerine koyduğu düşüncesini getiriyor. Metnin devamındaki doğrudan aktarıma bakılırsa yazar herhangi bir belirsizlik amaçlamamış, giriş kısmında hem kendisini temsil eden yazar anlatıcıyı hem de kurgu karakterini konuşturmak istemiş. Belki yazarın tecrübesizliğinden belki orijinal baskıda veya Türkçe çevirisinde yayınevinin müdahalesi yüzünden anlatıcılar iç içe geçmiş.
Roman, bir kadının Zaya kimliğinden Zahiye kimliğine geçiş sürecini anlatıyor[6]6. Zaya, Yemen’den Suudi Arabistan’a göç etmiş beş çocuklu bir ailenin kızı. Annesi sabahtan akşama dek sürekli telefonla konuşan, oğullarına gösterdiği sevgiyi kızından esirgeyen, mutsuzluk kaynağı ve sert bir kadın. Babasıysa zengin bir adamın kahveciliğini yapan, -bir zamanlar zor koşullarda limanda çalıştığı için- bir tür kölelik sayılabilecek bu göreceli rahat işini oğullarından bile fazla seven birisi. “İnsanın önce kıyafetleriyle, sonra nerede oturduğuyla değerlendirildiği Suudi Arabistan” toplumunda, yoksul bir ailenin kızı olan Zahiye’nin hayal kurmak dışında seçeneği yok. Büyüdükçe ve yavaş yavaş dış dünyayı tanıdıkça bir hizmetçinin kızının da ancak hizmetçi olabileceğini ve “kökleriyle bağlarını koparıp güneşin altında gölge arayan” bir ailenin evlatlarının mutlu olamayacağını anlamaya başlıyor. Arzuladığı hayatı ona okulun da veremeyeceğini anlamaya başlamasıyla karşı cinse yöneliyor ve âşık olduğu Abbadi’yle birlikte oluyor. Abbadi’nin başka birisiyle nişanlanmasıyla tüm umutları suya düşüyor. Ailenin, bin dokuz yüz doksan bir yılında Körfez Savaşı nedeniyle Abu Dabi’ye taşınmasıyla amcasının oğlu Salih’le evleniyor. Çocuk sahibi olmak için gittiği kliniklerde tanıştığı bir kadının etkisiyle “erkek avcısına’’ dönüşüyor ve başka erkeklerle birlikte oluyor. Bu sırada Salih’in çalıştığı kurumun onu bir kursa göndermesiyle de Londra’ya geliyorlar. Londra’da, çalışmaya başlayan ve kadının özgürlüğünü keşfeden Zaya, kocasının kursu bittiğinde geri dönmeyerek burada kalıyor ve o günlerde Mısırlı Muhammed ile tanışıyor. Salih’ten boşanıp onunla evleniyor ve bir kafede garsonluk yapmaya başlıyor.
Kurgu bize, değişime hazırlanan karakterin en önemli değişim gerekçesinin sevgisiz bir anne ve ezik bir babanın kurduğu cahil ve yoksul bir ailede büyümesi olduğunu söylüyor. Buna, geçim şartları gereği başka bir ülkeye taşınmış olmasına rağmen yine de yoksulluktan kurtulma imkânına kavuşulamamış göçmenlik kadar, kapalı bir toplumun kadın kimliğine yönelik baskısı da eklenebilir. Açıkçası kitaba başlarken beklentimiz kapalı bir toplumda kadın kimliğinin kendini gerçekleştirme çabası ve arayışıyken konunun, daha ilk adımlarda cinsel özgürlüğe kaymaya başladığını görüyoruz ve romanlara fazlaca misyon yükleyen tarafımız, kendini gerçekleştirmek uğruna ailesiyle ve toplumla mücadeleye girişen bir karakter görmek istiyor. Tabii bu, yazarın özellikle amaçladığı bir vurgu. Sanki yazar “Ey Doğu toplumu! Sen kadına ne verdin, cinsellik dışında onunla ilgili hangi beklentiler içine girdin de ondan bir özgürlük savaşçısı ideali bekliyorsun?” diyor. Zaya’nın özgürlüğü erkeklerle özdeşleştirmiş olması, kurgu karakterin hatalı seçimlerinden değil, kapalı ve inançları erkek çıkarları uğruna dilediğince yorumlayan eril bir toplumun kadına yüklediği kaderden ve seçimsizlikten kaynaklanıyor. Nitekim yazar, bu gerçeği karakterinin kelimeleriyle de aktarıyor: “Hiç kimse bana uyulması gereken ahlak kuralları olduğunu öğretmedi. Ben de yaptığım her şeyi hayattan aldığım bir hak olarak görüyordum.”
Zaya, babasının patronu Şeyh Abdülkerim bin Süveylim’in kızlarının zenginliğini elbette kıskanıyor ve okuldaki diğer kızlar gibi gezmek, güzel elbiseler giymek istiyor. Ama daha fazlasını istediğini, kadın kimliğini de kapsayan özgürlük arayışı içerisine girmeye hazırlandığını hissettiriyor. Fakat bu noktada Zaya okuru yanıltır gibi oluyor. Özgürlükten anladığı; caddelerde “sürtmek”, bakışlarıyla erkekleri etkileyip tahrik etmek, okulun etrafında gezinen gençler dudaklarına baksın diye dondurma yemek ve tanımadığı erkeklerle telefon görüşmeleri yapmak.
Roman, özgürlük kavramı üzerinden bir Doğu-Batı karşılaştırması yapma amacı taşıdığını daha ilk sayfada ortaya koyuyor. Anlatıcıya göre Araplar, Arap kadının özgürlüğünü tartışmaya başlamış olsalar da “Arap kadını dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın kötü talih onun peşini” bırakmayacaktır.
Doğu’da özgürlüğün anlamı “insanı değerlerden yoksun bırakan şey” olarak algılanırken Londra’da, “yasal olarak sorumlu olmadığın kişilere müdahale etmemen anlamına” gelir. Karakterin özgürlüğe mekân üzerinden getirdiği yaklaşımda haklı olduğu aşikâr. Yoksa hemen her türlü olumsuzlukta suçu Doğu’yu karıştırmak isteyen Batı’ya atan insanlar, Avrupa ülkelerinden birine gidebilmek için yollara düşmezdi. Öte yandan özgürlüğü sadece karşı cins etrafında düşünmesi Zaya’nın, Londra’da bile hâlâ Doğu aklıyla düşünüyor olduğu anlamına gelir. Suudi Arabistan’dayken “Bu adam; babamın kaybettiği öz saygımı, annemin şişkin ama bomboş göğüslerinde olmayan şefkati vermişti. Toplumun tepeden bakışının acısı beni yıkmışken kendimi güvende hissettirmişti. Köklerimizle bağımız kopmuşken Abbadi beni körpe bir fidan gibi bu topraklara dikiyordu.” dediği ilk aşk Abbadi’ye sığınması, yetiştiği aile ortamı düşünüldüğünde son derece makul bir seçim olabilir. Salih’le evlendikten sonra kocasını Hişam’la ve başka erkeklerle aldatması ise özgürlüğü erkek bedeniyle özdeşleştirdiği anlamına gelir, Fakat Londra’da özgürlük arayışının karşılığının bu defa Mısırlı Muhammed olması; insanın, coğrafyanın şekillendirdiği kaderi başka coğrafyalara da taşıdığı şeklinde yorumlanmalıdır.
Rim es-Sakr’in Zava üzerinden söylemek istediği şu aslında: Evet, Arap kadını artık hapsedildiği toplumsal kabulü kırmak istiyor. Ne var ki onca zamanın baskıcı anlayışı yüzünden özgürlüğü, henüz cinsel çekim merkezi etrafında ele alıyor. Zihinsel bir özgürlük bilinci için erken fakat o bilince ulaşabilmek için de Arap kadının bu yollardan geçmesi gerekiyor. Bu nedenle es-Sakr; karakterini asla yargılamayarak, ona birtakım ahlaki öğütler verme yolunu seçmeyerek profesyonel bir yazar tavrı sergilerken aynı zamanda Arap kadınının özgürleşme yolunda kateteceği yolları işaret eden aydın bir tavra soyunmaya çalışıyor. Özgürlük arayışının bir yönü olarak cinsel yönelim, roman türünde elbette yeni bir izlek değil. Bovarist öykünmecilikten kendini gerçekleştirmek isteyen “ben”lerin’ karşı cinse yönelen arayış çabalarına, birçok kurgunun temelini oluşturmuş. Fakat Bir Arap Kadınının İtirafları’nı o genel geçer roman örneklerinin dışında değerlendirmenin daha doğru olacağı düşüncesindeyim. Çünkü burada mesele, felsefeye göz kırpan varoluşçu bir benlik arayışından ziyade, kadın algısı üzerinden oluşturulmuş sosyolojik temelli bir tabunun yıkılma amacına kayıyor. Zaya, dünyanın her yerindeki kadınları ilgilendiren duygulara sahip olmakla birlikte her nereye giderse gitsin üzerine yapıştırılmış Arap kadını etiketinin de temsilcisi.
Romanda güncel meselelere de kısmen değinilmiş. “Saddam gibi bir anlık öfkeye kapılarak güvenliğimizi yok eden dostlarımız var.” cümlesinden ibaret olsa da Körfez Savaşı bu değinilerden birisi. Yine, son on yıllık zaman diliminde bizim de etkilerini çok yoğun biçimde hissettiğimiz kitlesel göç dikkat çeken bir diğer sosyal değini. Türk toplumu, bünyesine dâhil olan Suriyeli mültecileri kabullenip kabullenmeme tartışmasını sürdürüyor. Bir taraf millî reflekslerden hareket ediyor, bir taraf din bağı argümanını ileri sürüyor. Bir Arap Kadınının İtirafları’nda da Yemen’den Suudi Arabistan’a gelen göçmenlere değiniliyor. Rîm es-Sakr’ın tespitlerinden hareket edecek olursak, etnik köken ve din bağı göçmenlerin kabullenilmesinde yeterli değil. Sonuçta Abbadi’nin Zaya’yı terk etmesinin gerisinde, Yemen’den göç etmiş bir ailenin kızı olmasının etkisi büyük. Müslüman ve Arap bir toplumda ötekileştirildiğini düşünen Zaya’nın İngiltere’de bunu daha az hissediyor oluşuysa ilginç. Yazar, aynı Yemenli Arap kadınının ne etnik köken ne de din bağının olduğu İngiltere’de kabullenilmesini medeniyet meselesi etrafında değerlendirse de ben buna katılmıyorum.
Toplumların bireysel göçlere tepkisel davranması çok da söz konusu değildir. Tepkiler, kültürel alışkanlıkları ve bireylerin yaşam tarzını etkileyecek denli endişeler barındıran kitlesel göçlere yöneliktir. Bizde de hükümetin mülteci politikası eleştirilmesine rağmen bir Alman yahut Fransız’ın Antalya’ya yerleşmesine itiraz edilmiyor. Zira ilkinin kalıcılığı ve çokluğuyla sosyal hayatı olumsuz etkileyeceği düşüncesi toplumu endişelendiriyor. Tabii Rîm es-Sakr kaderci bir tutum sergileyerek insanın nereye giderse gitsin içinde doğup büyüdüğü toplumun hikâyesiyle yaşayacağını söylemeye çalışıyor. Mesela Londra’ya yerleşmesiyle birlikte Zaya kimliğinden Zahiye kimliğine dönüşen karakter, aradığı sığınağı Mısırlı Muhammet’te bulur ve Muhammet, Frenk diyarı deyip güldükleri Londra’ya Zahiye’yi dikmeyi başarır. Yazarın “Zaya mı Zahiye mi?” başlığını seçtiği iki sayfalık son bölüm bir anlamda romanın yazılış amacının özeti. İslam’ı yeterince tanıyamamış, Müslümanları öteden beri kaba saba insanlar olarak bilmiş genç bir Arap kadını, kapatıldığı tünelden çıkıp dışarıdaki dünyaya ulaşmıştır. Bu dünya hayal gücünün ona ördüğü hayallere benzemez: “Hayallerimde saraylar, altın ve gümüşten sandıklar vardı. Bu saraylar gurbetteki kız arkadaşlarla paylaşılan Londra’daki apart dairelere dönüşmüştü.” Zahiye, bu hayatı kendisinin mi seçtiğini yoksa iki aile ve sahte iki toplum arasında ezildiği için mi böylesi bir sona itildiğini sorgular. Onca arayışına rağmen dönüp dolaşıp geldiği yerse hikâyesinin en başıdır. Londra’nın ona armağan ettiği Zaya kimliğine rağmen Abbadi’ye aşık Zahiye’yi tercih ettiğini “Keşke aşkın bize her şeyi veren, hiçbir şey elde edemediğimizde dahi bizi hoşnut eden bir iksir olduğunu daha erken anlasaydım.” sözleriyle itiraf eder. Yine ta en başından itibaren, zengin bir adamın hizmetkârı olmakla yetindiği için babasından nefret eden Zaya’nın, en sonunda bir kafede garson olması ve bunun romanın son cümlesin de “Hizmetçinin kızı da hizmetçi oluyordu, biraz zaman alsa da.” seklinde vurgulanması, hangi kimliği tercih ederse etsin yaşadığının Zaya’nın hikâyesi ve kaderi olduğunu gösterir.
Bir Arap Kadınının İtirafları klasik olabilecek nitelikte bir roman değil. Hatta kurgunun belli bir yerden sonra âdeta özetlenerek ilerlediğini[7] ve rahatlıkla orta hacme ulaşabilecek metnin doksan sayfa civarında, kısa kaldığını söylemek de mümkün. Tüm bunlarla birlikte roman; konusunun Arap romancılığı açısından özgünlüğüyle, yazarının kadın kimliğiyle, Arap kadınını kalıplaşmış kalıpların dışında ele alarak ezber bozmasıyla üzerinde düşünmeyi fazlasıyla hak ediyor. Evet, hikâye Zaya’nındır ama onu anlatabilecek bilinci elde etmiş olan Zahiye’dir. Ve Bir Arap Kadının İtirafları bize gösteriyor ki Doğu romanının, Zayaların kapatıldığı tünelden çıkıp dışarıdaki dünyaya ulaşabilmesi için daha nice Zahiyelere/Zahiye adı altında gizlenen Rîm es-Sakrlara ihtiyacı vardır.
Yazar: Yavuz Ahmet
İlk Yayımlandığı Yer: Roman Kahramanları, 55. Sayı
[1] Zihnimde elbette belirgin bir Doğu dünyası sınırı yok. Bu konuda Nihat Genç’in tanımını benimseyenlerdenim. Nihat Genç, Karanlığa Okunan Ezanlar kitabında “Doğu neresidir?” sorusunu şöyle cevaplar: “Batı’nın bombalarının düştüğü yerdir.”
[2] Şiir güzeli övmek için vardır bana göre, kadınsa zaten övülecek olan güzelliğin sahibidir.
[3] Gök Tanrı inancında ağaçla Tanrı arasında bir bağ olduğuna inanan ve bir ağacın önünde diz çöküp ona günahlarını itiraf eden, isteklerini paylaşan Türk toplumunun; itiraf konusunda Doğu ile Batı arasında bir yerde olduğunu düşünüyorum.
[4] Sanırım zihinlerimizin “itiraf” kavramıyla cinsellik arasında kendiliğinden bir ilgi kurması da bu yüzden. Cinayet çoğunlukla yüz kızartmıyor, katillere kimi zaman seve seve kahraman payesi veriliyor ama cinsellik hâlâ en önemli utanç kaynağı.
[5] Çevirmen Mustafa İsmail Dönmez, yazarın bilgi vermekten kaçındığı bilgisini verdi. Bu, Rim es-Sakr’in Suudi Arabistan’da yaşadığı ve hayati birtakım endişeler taşıdığı için kimliğini gizlediği şeklinde okunabilir.
[6] Herhalde yapısalcı bir okur buradan yola çıkarak Arap toplumunda Zaya isminin geleneği, Zahiye isminin modernliği temsil ettiği sonucuna ulaşırdı. Benzer durumlar bizde de var. Mesela ismi Kerim olan bir arkadaşımın kalabalık ortamlarda kendisini Kerem olarak tanıttığını hatırlıyorum.
[7] Açıkçası yaklaşık otuz yıllık bir zaman diliminin doksan sayfaya sığdırılması, yazarın henüz yolunda başında olduğunu ele veren bir ipucu gibi geliyor bana. Tabi burada yazarın inandırıcılık kaygıları taşıması da ihtimal dâhilinde. Sonuçta okuduğumuz metin, bir kafede bir kadının hayat hikâyesini yazara anlatması şeklinde kurgulanmış. İnsanın tek bir oturumda anlattıkları kaç sayfalık metne ulaşabilir ki! Eğer böyle düşündüyse yazarın hakkı var. Fakat yazar anlatıcının kurgu karakterle birkaç kez buluşup konuşmasına hiçbir okurun itiraz etmeyeceği de bir başka gerçektir.