AKDENİZ’İN DOĞUSU’NDA BEDEL ÖDENMİŞ ÖZGÜRLÜK
Roman, Osmanlı coğrafyası açısından geç kalmış bir keşiftir. Bu keşfin geç kalmasının sebebini; kendi kabuğuna çekilmekte, kendine yetmekte, kendi yağıyla kavrulmakta değil de ötekine önem vermemekte bulabiliriz. Ötekinin nasıl ki yaşam biçimi ve inanışı tekinsizdi; sanatına güven duymak da bazı tehlikelere yol açabilirdi. Aslında ötekinin doğusunda, bize hayli benzeyen Ruslarda bile uyanış başlayalı çok olmuştu. Mesela Taaşşuk-ı Talat u Fitnat tefrika edilmeye başlandığında Suç ve Ceza yayınlanalı altı yıl geçmişti ve Şemsettin Sami’yle aynı günlerde Tolstoy, Anna Karenina’yı yazıyordu. Geçmişi yargılamak anlamsız. Bugün, ötekini fark ettiğimiz, romanı keşfettiğimiz bir gerçek. Tabi bir farkla: Bu defa ötekinin yönünü değiştirmiş bulunmaktayız. Üstelik yaşam biçimi, inanışı ve kaderi tıpkı bize benzediği için… Biz de artık ötekinin sınırlarına dâhil olduğumuz için… Ve asıl önemlisi kendimizden utandığımız için. Çünkü bize benzeyen bu yeni ötekine bakmaya korkuyoruz.
Arap romancılığından söz ediyorum.
Türkiye’de, Arap romancılığı denilince akla daha çok Necip Mahfuz ismi geliyor. Yazarın özellikle Midak Sokağı romanı Türk okurun bildiği kitaplar arasında. Fakat Necip Mahfuz’un bu tanınırlığı, Türk halkıyla ortak bir geçmişe sahip coğrafyanın yazarı olmasından ziyade 1988 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü almasıyla ilgili. Nasıl ki Orhan Pamuk ismini Arap coğrafyasında tanıtan aldığı ödülse, Necip Mahfuz’un Türkiye’de tanınırlığı da Batı’nın verdiği bir ödül etkisiyle. Oysa Osmanlı mirası coğrafyaya bakıldığında, en azından edebiyat açısından, birbirine yakın bir Batılılaşma etkisinin olduğu görülür. Tıpkı Tanzimat yıllarıyla birlikte Türk aydınının Batı’ya yönelmesi ve keşfettiği bu yeni alanın etkisine girmesi gibi, Tanzimat’la hemen hemen aynı yıllarda ve Mısır merkezli olmak kaydıyla Arap aydını da yönünü Batı’ya çevirmeye başlayacaktır.
Bizde, Batı etkisinde gelişen edebiyat anlayışının öncüsü kabul edilen Şinasi, 1845’te eğitim alması için Paris’e gönderilen ilk öğrencilerden birisidir. Her ne kadar gönderiliş amacı maliye alanında eğitim görmesi olsa da maliye ihtisasından çok Fransız şiiriyle ilgilenmiştir. Mısır’da da Tahtâvî, 1826 yılında Fransa’ya gönderilen ilk burslu öğrencilerin başında imam olarak görevlidir fakat sadece imamlık göreviyle yetinmeyecek, Fransızca öğrenip edebi alandaki eserleri inceleyecektir. Öğrencilerin gönderiliş amaçları dışında sanatla ilgilenmeleri, döndüklerinde çeviri faaliyetleriyle yeni edebiyata katkı sağlamaları; konuşulan dillerin farklılığına rağmen benzerlik gösteriyor. Çünkü söz konusu dönemde aslında aynı sosyal bütünlüğün parçasıdırlar; Osmanlı Devleti vatandaşıdırlar.
İstanbul ve Mısır’da roman türüyle ilk temaslar beş yıl arayla ve Telemak çevirisiyle olur. Türkçeye 1862 yılında Yusuf Kamil Paşanın kazandırdığı bu eser, aynı şekilde Arap edebiyatında Fransızcadan çevrilen ilk romandır. Öte yandan İstanbul’a göre Batıyla temasların daha erken başladığı Mısır, roman türünde telif eser verme noktasında geride kalır. İstanbul’da, 1872-1873 yıllarında tefrika edilen Taaşuk-ı Talat u Fitnat, 1874’ten itibaren Ahmet Mithat’ın peş peşe yayımlanan romanları, 1876’da Namık Kemal’in İntibah romanıyla beraber roman türünde edebi roman çığırının açılması gibi gelişmeler ve bir sonraki nesilden Halit Ziya’nın nitelikli katkılarıyla tür; yirminci yüzyıla girilirken büyük oranda kendi yolunu bulmuştur. Oysa Mısır’da ilk yerli roman kabul edilen Zeynep, 1914’te yayınlanmıştır. Arap romancılığının geç gelişmesinde yahut Türk romancılığının göreceli ileri gitmesindeki sebeplerin başında, romana bakış açısındaki farklılık gelir. Yeni bir tür olmasına karşın İstanbul okuru romanı severken Mısır’da roman yazarlığı lüzumsuz bir iş sayılır. Ayrıca Arap kültüründe köklü bir geçmişi olan ve makame adı verilen anlatıların hikâye etme ihtiyacını karşılıyor olması da edebi etkenler arasındadır.
Arap romancılığı, Türkiye okuru tarafından her ne kadar Necip Mahfuz ağırlıklı bilinse de, modernist çizgide ilerleyen bir başka önemli kaleme daha sahip. Bu isim Sonlar, Akdeniz’in Doğusu, Ağaçlar ve Merzuk Cinayeti kitapları Türkçeye kazandırılan Abdurrahman Münif. Suudi asıllı bir babanın ve Iraklı bir annenin oğlu olarak 1933’te Amman’da dünyaya gelen ve 2004’te Şam’da ölen yazarın, çoğu roman olmak üzere yirmiyi aşkın eseri var.
Münif, sosyalist bir dünya görüşüne sahip. Muhtemelen Irak’ta tutunamayıp Suriye’ye gelmesi de Suriye’nin, –Mısır’da Nasır dönemi hariç tutulursa- sosyalist bir yönetime sahip tek Arap ülkesi olmasından kaynaklanıyor. Çünkü 1970’lerde yayınlanan romanlarının günümüzde bile birçok Arap ülkesinde yayın izni alamayacağı ihtimal dâhilinde. Bu da Türk okurun, ikiyüzlü bir tarafını ortaya çıkarıyor. Yıllarca Sovyet Yazarlar Birliği sekreterliği yapan, Sovyet Komünist Partisi ve Yazarlar Birliği’nde üyeliği bulunan Cengiz Aytmatov’a, nasıl ki sırf yazarın eserlerini yayınlayan yayın evinin muhafazakâr kimliği nedeniyle solcu Türk okuru mesafeli durmuşsa; Münif de sağ kesim tarafından sosyalist dünya görüşü nedeniyle, sol kesim tarafından Arap kimliği nedeniyle görmezden gelinmiş. Oysa gerek bilinç akışı ve üst kurmacanın iç içe geçtiği başarılı tekniğiyle, gerek şiirsellikle acıtan bir gerçekliğin kurguya ustalıkla yedirilmesiyle, gerekse karakterin iç çatışmalarının derinine inilmesiyle Münif; ne sadece sosyalist bir yazardır ne de sadece Arap kimliğinden ibarettir. Muhtemelen değeri çok sonra anlaşılacak başlı başına edebi bir zenginliktir.
Münif, ilk romanı Ağaçlar ve Merzuk Cinayeti’nde, siyasetle uğraştığı ve düşünceleri dolayısıyla üniversitedeki görevinden uzaklaştırılmış, takip edilmiş, işkence görmüş Mansur Abdüsselam’ı anlatır. Mansur, bir arkeoloji ekibinde çevirmen olarak iş bulmuştur fakat yaptığı tren yolculuğu sırasında sınırdan çıkma izni verilip verilmeyeceği korkusu yaşar. Mansur geçmişte hapiste kalmıştır, mahkûmiyetin fiziki etkilerini hissetmiştir. Ama artık o, bir başka mahkûmiyetin mağdurudur: Geçmişi, hala içerde yatan arkadaşı Merzuk’un akıbeti, inanca yönelik sorgulamaları, inançla reddetme arasında gidiş gelişleri, yolculukta tanıştığı İlyas Nahle’de cisimleşen halka yüzleşme gerçeği, işsiz kalması, üzerinde şüpheli bakışların olması, sosyalist kimliği nedeniyle yakın çevresi tarafından dışlanması; Mansur’un bu yeni mahkûmiyetini saran dış etkilerdir. Ağaçlar ve Merzuk Cinayeti’yle aynı yıl yayınlanan Akdeniz’in Doğusu’nda ise romanın ana karakteri Recep İsmail hem fiziki mahkûmiyetin hem de hapishanenin dışına çıktığında içine iyice düştüğü iç mahkûmiyetin mağdurudur.
Akdeniz’in Doğusu, Recep’in yaptığı bir anlaşmayla başlar. Kanda romatizma hastalığına yakalanmıştır, tedavi için yurt dışına gitmesi gereklidir; bu yüzden itirafçı olur. Oysa yedi ay boyunca daracık bir hücrede kalmıştır, bir insanın dayanmasının mümkün olmadığı işkencelere maruz kalmıştır, yine de işkence edenler, onun ağzından tek bir isim dahi duyamamışlardır. Zayıf bedenine rağmen iradesi baskın çıkmış, sırtına bastırılan yüzlerce sigaraya, hayâ yerlerine batırılan iğnelere, günlerce asılı vaziyette kalmasına, dayaklara sonuna dek dayanmıştır. Ardından onun gibi siyasi mahkûmların kaldığı koğuşa alınmış, orada da türlü türlü insanlık dışı muameleyle karşılaşmıştır. O içerde bunları yaşarken dışarıda da annesine küçültücü davranışlar sergilenmiştir. Böyleyken annesi ondan, daima onurlu olmasını, işkenceler karşısında pes etmemesini, hiçbir arkadaşını satmamasını istemiştir. Hatta annesinin kalp krizi geçirip ölmesinde bile cellatların etkisi büyüktür. Sevdiği kız Hüdâ, başka birisiyle evlenmiştir. İşte Recep, yıllar süren böyle bir mahkûmiyet sürecinin ardından yönetimle anlaşma içerisine girer. Çünkü güçlü olan iradesidir, bedeni ise vazgeçmiştir. Vücudum pes ettiyse ben ne yapabilirim? İradem pes etmedi, çökmedi hiçbir gün… diyen Recep de farkındadır bunun.
Recep’in hapisteki son gecesi uykusuz geçer. Yönetimle anlaşma yaptığını düşünen koğuş arkadaşlarının onu öldüreceğinden şüphelenir. Cezaevinden çıkıp kız kardeşi Enise’nin evine vardığında, hiçbir şey söylemeden doğrudan yatmak ister. Ne var ki uyuyamaz. Uyanık bir kâbus görmektedir o an. Cezaevi müdürü, itirafçı olanlar için akşamüzeri muhakkak bir tören yaptırır. Diğer siyasi mahkûmlara, itirafçının adını büyük bir meziyetmiş gibi ifşa eder.
Etrafı çepeçevre sarılmıştır Recep’in. Aşk hala yerli yerindedir fakat sahibi gitmiştir. Koğuş arkadaşlarına yürekten bağlıdır; itirafçılığı seçmiştir. Ona asla pes etmemesini isteyen annesi ölmüştür; sözleriyle direncini kıran ablası Enise sağdır. Hapishaneye girmeden önce bir tür öncü kabul ettikleri Hâdi’ye hayrandır; ne var ki şimdi, onu kurşuna dizenlerin tarafına geçmiştir. Bedeli ödenmiş de olsa hapishanenin dışındadır; öte yandan içindeki hapishanenin dışına çıkamamıştır. Çekilen onca acının bir anlamı olması için yazmak ister; yazamaz. Sağlığını bulmak için Fransa’ya gitmiştir; tedavi olamaz. En azından Cenevre’ye gitmek, Doğu hapishanelerinde uygulanan işkenceleri bir yerlere anlamak ister; ablası Enise’nin kocası Hamit’i tutukladıkları için geri dönmek zorunda kalır. Ve de en önemlisi, yaşadığı müddetçe mücadele için bir umut vardır; ölecektir.
Recep İsmail’i Fransa’ya götürüp getiren geminin adı Aşilus’tur. Recep, o yapayalnız yolculuğunda sadece Aşilus’la dertleşebilir. Doğu-Batı karşılaştırması da daha çok bu dertleşmeler sırasında görülür. Özgürlüğün başka, Yunanistan’dan daha uzaktaki bir yerde olduğunu ve orada insanın sabah vakti muhbirlerin sesi, ayak darbeleri onu uyandırmadan yaşayabileceğini söylediler der Aşilus’a. Ondan Akdeniz’in doğusuna gitmemesini, onu da bir yere hapsedeceklerini söyler. Hapsi bir günlüğüne tanısa, susmayı öğreneceğini, güneşte silkelenen, üzerinde uçuşan haşereleri yiyen bir sese dönüşeceğini söyler. Çünkü Akdeniz’in doğu kıyısı, ucubelerden, eniklerden başka bir şey doğurmaz. Bir yandan da Hapis insanın içindedir Enise, gittiğim her yere onu götürmemeyi umut ediyorum. Sırf bunun düşüncesi bile insanı intihara sevk edecek bir düşüncedir dese de içinde, cezaevindeki işkenceleri götürür Recep. Hâdi’nin öldürülüşünü götürür. İşkencecilerin bekâret bozma tehditlerini götürür. Nuri’nin çaresizliğini götürür.
Marsilya’da bir kafede mektup yazarken, harflerin sağdan sola doğru yazılmasına yaşlı bir kadın şaşıracaktır. Oysa Recep’e göre, deniz kıyısından çöl içlerine kadar baştanbaşa bir hapishaneye dönüşen, yöneticilerin cellat kesildiği Doğu’da şaşırılmayacak tek şey yazının yönüdür.
Romanın üç bölümünde anlatıcı Enise’dir. Biz onun ağzından Recep’in büyüyüşünü, öğrenciliğini, gösterilerden gözü morarmış bir şekilde eve dönüşünü, sigaraya başlayışını, annesini de sigaraya alıştırmasını, tutuklandığında hakkında söylenenleri, Hüdâ’yı kaybedişini, hastalığını ve ölümünü öğreniriz. Doğu’nun öz eleştirisi de yine Değişen sadece Recep değildi, hepimiz değiştik diyen Enise’den gelir: Ben hatalı bir kadınım. Enise’nin pişmanlığı, Recep’i mücadelen vazgeçirmeye, itirafçıya olmaya yönelik telkinleridir. Enise de Recep’in topyekûn bir hapishane kabul ettiği Doğu’nun çaresizliğinin, çıkışsızlığının farkındadır. Kocası Hamit, insanın bu lanet ülkede yaşayamayacağını, siyasetle uğraşsın yahut uğraşmasın buradan kurtulamayacağını düşünür.
Hem içerde hem dışarda mahkûmiyeti yaşayan Recep’in ve arkadaşları Hadi’nin, Emcet’in, Necip Salim’in, Nuri’nin ve diğerlerinin siyasi görüşleri romanda yer almaz. Akdeniz’in Doğu’su bu yönüyle Ağaçlar ve Merzuk Cinayeti’nden ayrılır. Çünkü Mansur, özellikle dayısı aracılığıyla yakın çevresinden bile sosyalist olması nedeniyle baskıya uğrayacaktır. Akdeniz’in Doğusu’nda yalnız bir yerde mücadelenin niteliğine değinilir. Avluda işkence yapılan Nuri’ye cellatlar, Ebu Zer gibi, fakirleri mücadeleye çağırdığı için küfrederler. Kurulan Ebu Zer ilgisi de Recep ve arkadaşlarının, Arap sosyalizminin baskı gören temsilcileri olduğunu gösterir.
Her ikisi de bin dokuz yüz yetmiş ikide yayınlanan Akdeniz’in Doğusu ve Ağaçlar ve Merzuk Cinayeti, birbirini tamamlayan romanlar olarak da okunabilir. Mansur, itirafçı olduğu için bedelli özgürlüğünü elde edebilmişlerden birisidir. Recep, Mansur’un ölümünü gazeteden öğrendiği Merzuk’tur bir bakıma. Mansur’un eksik bırakılmış mahkûmiyeti, gördüğü işkenceler, aile çevresi ve kaybedilmiş aşkı, Recep etrafında anlatılmıştır. Recep’in dünya görüşünün tamamlayıcısı ise Mansur’dur. Ve her iki roman da kaybedilmiş bir neslin hikâyesidir. Devlet zoruyla bastırılan, cezaevlerinde insanlık dışı işkencelerle yok olup giden bir gençlik uyanışı… Bugün Orta Doğu neden bu haldedir? Suriye’nin yitik çocukları niçin uzak topraklardadır? Abdurrahman Münif, kırk sekiz yıl önceden söylüyor cevabını: Cellatlar işkence ederken dışardakiler kulaklarını tıkadığı için… En çok da Enise’nin, Kaçabilsek bu ülkeden, iyi de nereye? Diğer yerler kucak açar mı özgürlük ve lokmasını arayan sığınmacılara? Sorularına onunla birlikte cevap aramaya çalışmadıkları için…
Benim elimde bir zar yok. Ama olsaydı, kendim de yarınlara kalmayı ümit eden bir roman ve hikâye yazarı olarak o zarı, Abdurrahman Münif için atardım. Batılı niyetlerimizle görmeyi umduğumuz Doğu’yu bize vaat etmediğinden yapardım böyle bir tercihi. Recep İsmail’in mahkûmiyeti ve bedelini fazlasıyla ödediği özgürlükte bile dışına çıkamadığı hapishane etrafında, asıl Doğu’yu anlattığı için…
Yazar: Yavuz Ahmet
İlk yayımlandığı yer: Dergah/Nisan 2021
Bir yanıt yazın