KENDİNİ BULAN ADAM: MİHAİL NUAYME’NİN ARKAŞ’I
Yüzyıllık Yalnızlık’ı okurken, Mocando’nun en işlek sokağının adının Türkler Sokağı olması şaşırtmıştı beni. Hani Mocando, kurgu değil de gerçek bir yerleşim yeri olsaydı daha çok mu şaşırırdım; ondan emin değilim. Fakat Marguez, hayali bir yerin hayali sokağının adını Türkler Sokağı olarak belirlemişti işte. Tabi Marguez başka kitaplarında da zaman zaman Türk sözcüğünü kullanıyor. Güney Amerika’da Türk denilen insanlar aslında Araplar. Osmanlı yönetimi yıllarında oraya göç ettiklerinden onlara Türk denilmiş. Birinci Dünya Savaşının eşiğinde özellikle Suriye ve Lübnan civarından birçok insan gidiyor Amerika’ya. Hızla artan göçler yüzünden 1913’te Kuzey Amerika’da kanun çıkarılınca da göçler güneye kayıyor. Bu insanlar keyifleri uğruna okyanuslar ötesine gitmemişler. Devletin kötü yönetimi ve bozulan ekonomi en önemli sebep. Ekmeklerinin derdindeler ve geriye dönmeyi düşünüyorlar. Ki 1960’lara kadar göçmenlerin içinden iskân amacıyla yer alan çıkmamış. Bir anlamda emanet bir hayat sürüyorlar Amerika’da. Öte yandan bu emanet hayat, edebiyat açısından hiç de emanet/gelip geçici sayılmayacak bir hareketi çıkarıyor ortaya: Mehcer Edebiyatı/Göç Edebiyatı.
Mehcer, Amerika’ya göç etmiş Arapların edebi faaliyetlerine verilen isim. Hareket; 1920’den itibaren Cibran, er-Reyhani ve Nuayme gibi üç önemli isim etrafında şekilleniyor. Burada dikkat çekici bir husus görüyoruz: Edebiyat, okyanus ötesinde bu insanları bir araya getirirken din bağından çok; Müslüman ve Hristiyan’ıyla ortak zorlukları paylaşma, memleket özlemi, benzeyen yaşam biçimleri ve dil bağını dikkate almış.
Bilemiyorum; Mehcer Edebiyatı temsilcilerini ne oranda Osmanlının kayıp neslinin bir parçası sayabiliriz. Sonuçta kayıp nesil demek, kendisine verilenin karşılığında bir şey alınamamış nesil demektir. Mesela doksanlı yıllardan itibaren yurt dışına eğitim almaya gidip orada kalanlar için kayıp nesil ifadesini kullanabiliriz. Sonuçta bu ülkenin sağladığı olanaklarla temel eğitimi aldılar. Oysa Amerika’ya giden isimlerin biyografilerine baktığımızda, devlet üzerine düşeni yerine getiremediği için bu insanların gitmek zorunda kaldıklarını görüyoruz. Mesela Numayme, köylerindeki bir Rus ilkokulunda eğitimine başlamış, gösterdiği başarı üzerine Nasıra’da bulunan ve yine Ruslara ait öğretmen okuluna alınmış, sonra da üniversite eğitimi için Moskova’ya gönderilmiş. “Kılıçla alınan toprak parayla satılmaz” romantikleri bu yaklaşıma kızacaklar fakat Nasıra’da, Lübnan köylerinde açılmış Rus okullarından söz ediyoruz. Galiba paraya bile gerek kalmadan oraları çoktan kaybetmiş bir Osmanlı var ortada. Gerçi Nuayme, Rus okulları yerine imparatorluk başkentine gelseydi, burada okuyup buranın edebiyatından etkilenseydi ortaya ya Fecriati temsilcilerinden biri çıkacaktı ya da savaş zamanı vatandaş sayılıp iş istediğinde Araplığı hatırlanan ikinci bir Ahmet Haşim’imiz daha olacaktı; bu da bir diğer gerçek. Şurasıysa çok acı: Yaklaşık beş yüz yıl yönettiğin insanlara birkaç kelimecik olsun Türkçe öğretememişsin. Sonra da Birinci Dünya Savaşında İngilizlerle iş birliği yaptıkları için Araplara kızıyorsun. Elbette iş birliği yapacak zira okullarına İngilizce gireli çok olmuş.
1889 Lübnan doğumlu Mihail Nuayme, Arapça edebiyatın iyimser seslerinden. Ama o iyimserlik Batının hümanizmasından ziyade mutasavvıflara has bir varlık kabulüyle Doğu’dan besleniyor. Amerika’ya savrulmuş kuşaktan olmasına rağmen de içinde, Doğu’nun tasavvufla yoğrulmuş halini götürmeyi başarmış. En dikkat çekici tarafıysa içinde taşıdığı o Doğu’nun inançların üstünde bir yerde durması, insana insanlık penceresinden bakması. Kendisi Hristiyan. Böyleyken, metinlerinde anlattıklarını bir Müslüman rahatlıkla kendi inancının doğrusu kabul edebilir. O incecik deneme kitabı Çağdaş Putlar’da söylediklerinin, bir Mehmet Akif ya da Muhammed İkbal’in söylemeye çalıştıklarından çok da farkı yok. Mezhep kavgalarıyla kaynayan günümüz Ortadoğu coğrafyasına baktığımızda, şunu açık bir şekilde görüyoruz: Doğu, insana ve hayata inançların bile üzerinden bakabilen büyük isimler yetiştirmiş. Eksiği, o isimlere kulak verebilecek okurlar yetiştirememesi. Sanırım dönüp dolaşıp yine aynı yere geliyoruz. Doğu’nun problemi aydın ya da yazar yetiştirememesi değildir. Biz, şiir toplumundan okur toplumuna geçememişiz bir türlü.
Yazarın, orjinal ismi Müzekkerü’l-arkaş olan romanı Hüseyin Yazıcı tarafından Kendini Arayan Adam-Arkaş’ın Günlüğü adıyla Türkçeye kazandırılmış. Tabi Kendini Arayan Adam ne denli roman kabul edilmeli; tartışılabilecek bir mesele. Önce kitabın hikâyesine bakalım. Numayme, kendi kahramanı Arkaş’a yazdığı ve kitabın sonunda yer alan mektupta, Kendini Arayan Adam’ı 1917’de yazmaya başladığını söylüyor. Günlükler halinde bölüm bölüm yazılıp yayımlanan yazılar bunlar. Fakat yazar hiç istemese de askere çağrılıyor ve savaşa katılıyor. Ağır askeri teçhizatla birlikte cephede ve cephe gerisinde, karşıtı olduğu savaş olgusunu omuzlamak zorunda bırakılırken Arkaş’ın günlüklerini yazmayı da bırakmak zorunda kalıyor. Aradan otuz sene geçiyor, bu sırada da karakterini hep içinde taşıyor. Nihayet 1949 yılında eseri tamamlıyor.
Kendini Arayan Adam’a, şayet Türkçe çevirisinin başında yer alan önsöz ve kitabın son birkaç sayfası okunmazsa, pekâlâ günlük biçiminde yazılmış denemeler denilebilir. Kahvedeki Arkaş’a dair ayrıntılar dışında anlatılanların kurgusal bir tarafı yok gibi. Ama bu bir eksiklik de sayılmamalı. Aksine Nuayme, son birkaç sayfada vereceği sürpriz noktasında okuru, bir denemeler bütünü okunduğu yanılgısına düşürerek hazırlıyor. Bir gazete haberinin aktarımı şeklindeki son bölümle kitap bir anda romana dönüşüyor. Tabi kitabı yayınlayan Kaknüs Yayınevi, Hüseyin Yazıcı’nın tanıtım yazısını kitabın başına koyduğu için de yazarın hazırladığı sürpriz amacına ulaşamıyor. Zira Yazıcı birkaç paragrafta olayı özetliyor.
Kitabın orijinal ismi olan Müzekkeretü’l-arkaş’ın, Arkaş’ın yazıları gibi bir anlamı var. Müzekkere, üst makamlara gönderilen yazı ve yargılama makamının bir kararın yerine getirilmesi için başka bir makama gönderdiği yazı anlamlarına geliyor. Haliyle Kendini Arayan Adam adlandırması, karakterin içsel halini anlamlandırmada okuru yanılgıya düşürüyor. Çünkü Nuayme’nin hazırladığı finalle birlikte, o sessiz konuşmaların bir arayış değil de yargılama olduğu ortaya çıkıyor. Zaten Nuayme’nin bakış açısı, bize has kendini aramak izleğiyle de uyuşmuyor. Şöyle ki: Bizde yazarlar, karakterin sorgulamalarını bir arayıştan ibaret bırakmazlar; kendilerince öğretmenliğe soyunarak dıştan gelen müdahalelerle karakterleri güvenli bir sığınağa ulaştırırlar. Şayet bu yolculukta kaptan baştan itibaren gemiyi yönetiyor olsaydı, kurgu bir şekilde mantık kurallarına uyardı. Oysa denizde dalgaların eline emanet gemi, nasıl oluyorsa bir adaya yanaşıyor, gemiye orada tesadüfen bir kaptan binip geminin doğru limana ulaşmasını sağlıyor. Madem Matmazel Naroliya’nın Koltuğu’nun Ferit’i bu denli dış müdahalelere açıktı, Tanrı’yı bulabilmesi için pansiyona gitmesine ne gerek vardı? Gerçekçi bir gözle bakarsak Yahya Aziz’in Ferit’i etkileyerek onun Tanrı’yı bulmasını sağlaması pek mümkün görünmüyor. Aksine, Ferit gibi iyi okumuş, felsefi derinliği bulunan bir aykırı, Yahya Aziz’in duyguya dayalı samimi inancında bazı gedikler açardı. Aynadaki Yalan’ın Naci’si de aynı yoldan yürüyor. Onca derinlikli sorgunun, imanla şüphe arasında bocalamanın sonu dıştan gelen kısmi müdahaleyle sakin denizlere ulaşıyor.
Kitabın konusu, Arkaş adlı kahraman anlatıcının iç konuşmaları şeklinde. Anlatıcımıza, yüzünde çiçek hastalığının izleri bulunduğundan Arkaş deniliyor. Amerika’ya göç etmiş Araplara ait bir kahvede kalıyor. Arada bir, onu kuşkuyla süzen birileri gelip gidiyor kahveye. Ama ne Arkaş’ın kahvedeki sığıntı yaşamı ne de onu izleyen kişi ön planda. Kitap asıl gücünü, iyimserliğin en üst halini yaşayan Arkaş’ın günlüğünden, sessiz konuşmalarından alıyor.
Arkaş, mutasavvıflara has bir dünya görüşüne sahip. En değerli varlığı olarak, yaşıyor olmasını kabul ediyor. Görebilmesi, duyabilmesi, hissedebilmesi paha biçilmez zenginlikleri. Burada Nuayme, hikâyelerinde ve Çağdaş Putlar kitabında da gördüğümüz hümanist/inançlı
Ferit’le Yahya Aziz’in karşılaşması, Karamazov Kardeşler’de İvan’la Alyoşa arasında geçen meşhur Büyük Engizisyoncu bölümünün antitezi bir bakıma. Bu defa Alyoşa’nın samimi insancı, İvan’ın kuşkucu inkârcılığını alt eder.
dünya görüşünü karakterinin dilinden aktarıyor. O insancıl dilin gerisindeyse modernizme, maddiyatçılığa sert eleştiriler var. Yazar, olması gerekeni anlatmak için olmaması gerekeni anlatmaya bel bağlamıyor. Aksine, doğru ve güzeli anlatırken asıl amacı, maddiyat yüzünden aslından kopmuş insan gerçeğinin eksik yanlarını göstermek. Nuayme’nin orijinalliği de burada. Kendini Arayan Adam aynı dönemde –iki dünya savaşı arasında- yazılmış Dönüşüm, Bozkırkurdu, Kör Baykuş gibi romanlarla aynı yoldan yürüyor, metaa yönelmiş modernist insanı eleştiriyor fakat derdini, diğer örneklerde olduğu gibi karamsar bir sesle söylemek yerine mutasavvıflara has bir varlık kabulüyle ifade ediyor. İşin asıl ilginç yanıysa tüm o iyimser sesin sahibinin –yani Arkaş’ın-, çok sevdiği karısını evlendiği gece öldüren, cinayetine bahane olaraksa bu denli mükemmel bir güzelliği kendisine layık bulmadığı şeklinde gösteren bir kadın katili olması.
Kendini Arayan Adam otobiyografik bir kitap. Hayır, Belki Amerika’daki bir Arap kahvesine sığınmış Arkaş, Amerika’ya göç etmiş Lübnanlı bir gencin hayat tecrübelerinden beslenmiş olsa da kurgunun final bölümüyle nahif bir insan olan Nuayme’nin hayatının hiçbir ilgisi yok. Kitabı otobiyografik hale getiren, Arkaş’ın günlükleri aracılığıyla aktardığı varlık kabulü. O iç ses aslında Nuayme’nin sanattan siyasete kendi düşünceleri. Temsili bir karakter olmanın çok ötesinde Arkaş. Günlük biçiminde yazılmış denemeler, kitabın final bölümünde ortaya çıkan cinayet haberiyle kurguya dönüştürülmüş. Özellikle Arkaş’ın vasiyetini yazdığı bölümü yazarın Çağdaş Putlar’daki bakış açısıyla birlikte düşündüğümüzde, Nuayme’nin kişisel felsefesini karakterinin ağzından aktardığını kolaylıkla fark ederiz.
Senharip’ten bir mektup alır Arkaş, kurgunun sonundan yola çıkarak bir tehdit olduğu sonucuna ulaşabileceğimiz mektupta sadece “Vasiyetini yaz!” yazmaktadır. Oysa Arkaş’ın görünürde, zamanında güvelere bırakmayı vasiyet ettiği delik deşik yüzü dışında bırakabileceği hiçbir şeyi yoktur. Ölümü düşünür peşinden, iç sesinde onunla konuşur ve ölümün olmadığı bir dünyanın sıkıcı bir yer olduğu, çünkü ölümsüzlüğün ölüm anlamına geldiği sonucuna ulaşır. Bir sivrisineğin bile ölümsüzlüğü, dünyadaki diğer varlıkların yok olması demektir.
Vasiyet yazma işini bir müddet ertelese de bir pazartesi günü hatırlar ve vasiyetini yazar. Seslendiği her bir muhatabın değişiminde aralara “Affet, ama af dileme!” cümlesini eklediği vasiyetinde kıymetli varlıklarından ilki “Ben isyan edince sen de isyan ediyor, ben kızınca sen de kızıyor, ben sakinleşince sen de sakinleşiyordun.” Dediği kalem olur ve kalemini ateşe bırakır. Zira “Ateşe sırrını, ancak ateş açar.” Kalemi hokka takip eder, denizi denizden başkası sulayamadığı için hokkasına da denizi tavsiye eder. Derisi gibi Arkaş büyüdükçe büyüyen, onun çok terini içen ve kalp atışlarını dinleyen elbisesini, “Güve gibi ayıpları örten hiçbir şey yoktur.” dediği güveye bırakır. Elbiseleri ve derisi gibi gözleri, kulakları ve iç organları da güvenin hakkı olur. Salı günüyse “Ey Arkaş, vasiyetini yazman kendin için oldu. Vasiyetin olmasaydı, zenginliklerinin hiçbirini tanıyamazdın.” Diyerek bir anlamda Nuayme’nin sözcüğünü üstlenir. Nuayme’nin iyimser bakış açısına göre değerli olan, elde etmek uğruna mücadeleler verilen metalar değildir. Allah’ın insana verdiği ve doğumumuzla birlikte bizimle gelen, ölümümüzle de götürecek olduklarımızdır. “Kıskanmayı bilseydin, sana yakışan sadece kendini kıskanmandı.” Diyen Arkaş, insan varlığının bu dünyadaki değerini yüceltirken; “Bugün mezarının bu tarafında yazacağın bir vasiyet, yarın kabrin diğer tarafında sana komik görünecektir. Ölüm uykusu, varlıktan faydalanma yeteneğini kuvvetlendirecek ve gece uykusundan ertesi günü yaşama isteğiyle uyandığın gibi, yeni bir hayata, yeni bir hevesle uyanacaksın.” Sözleriyle ölümün, yeni bir hayatın başlangıcı olduğunu müjdeler.
Konuşmak yerine susmayı tavsiye eden bir karakterdir Arkaş. İnsanları susanlar ve konuşanlar diye ikiye ayırır, kendisini de susanlar arasına dâhil eder ve “Ben susmanın tadını anladığım halde, konuşanlar konuşmanın acılığını anlamadılar.” Der. Oysa karşımızda
Arkaş günlüklerine tarih atmaz, sadece gün isimlerini yazar.
konuşan bir karakter vardır. Üstelik bu karakter, işlediği cinayetin vicdan azaplarıyla kendini suçlamak yerine varlığını yücelten, eylemlerine hiç değinmeyen bir konuşmanın temsilcisidir. Burada Nuayme; asıl susmanın düşünmek, asıl konuşmanınsa yazmak olduğunu söyleme derdindedir.
Bir katilin bakış açısından felsefi çıkarımlara ulaşmak denildiğinde akla, öncelikle Suç ve Ceza gelecektir. Sağlığında yazarın bu yönde bir açıklaması oldu mu ya da başka dillerde Müzekkeretü’l-arkaş üzerine yapılmış çalışmalarda benzer bir ilgi kuruldu mu bilmiyorum. Ama ben, Numayme’nin ‘Müzekkere’ sözcüğünü tercih ederken aklında Dostoyevski’nin de olduğunu düşünüyorum. Madem müzekkerenin ‘üst makamlara gönderilen yazı’ şeklinde bir anlamı vardır, edebiyat söz konusu olduğunda o üst makam da etkilenilen öncül yazarlar olacaktır. Haliyle Rus okullarının yetiştirdiği Numayme’de Dostoyevski etkisinin olması anlaşılabilir bir durumdur. Kendini Arayan Adam üslup ve teknik yönüyle olmasa bile kurgusal olarak Suç ve Ceza’nın açtığı yoldan yürüyen bir metindir. Raskolnikov gibi Şekib yani Arkaş da kadın cinayeti işlemiştir, her iki roman da suç eyleminin kendisinden ziyade suçun katilde yarattığı içsel sese yönelir. Elbette başta her iki kitabın kıyaslanamayacak hacimleri yanında öldürülen kadınlar gibi, anlatıcı tercihi gibi büyük farklar vardır. Fakat Kendini Arayan Adam, o karamsar iç sesine rağmen dine yönelen Raskolnikov’dan hareketle Dostoyevski’ye itiraz edercesine iyimser ve inançlı bir sesle konuşur. Raskolnikov’da bir bitten ibaret insan bedeni, Arkaş’ın kabulünde zenginliğe dönüşür. Raskolnikov, birer bit kabul ettiği sıradan insanlar ayrılıp Napolyon gibi üst insanlar sınıfına geçebilmek için tefeci kadını ve kız kardeşini kurban eder; Arkaş, “Elimle, şu elimle sevgimi kurban ettim. Çünkü o, bedenimin tahammül edebileceğinin ve ruhumun arzulayabileceğinin çok ötesindeydi.” Dediği karısını zihaf yatağında öldürür. Bir anlamda Numayme, katilin değil maktulün sıradanlıktan ayrıldığını, insanın öldürerek değil öldürülecek denli üstün olarak bitlikten kurtulacağını söyler. Ve belki de böyle bir itirazla, Habil ile Kabil kavgasına gönderme yapar. Üstün olan; öldürülen, kurban edilen Habil’dir. Oysa öncülüğünü Dostoyevski’nin yaptığı modern roman, Kabil’in iç sesine yani kötülüğe kulak vermiştir. Dostoyevski’nin üst insan olabilmek için kötülüğü seçen Rakolnikov’una karşıt Nuayme, Arkaş’ın kötülüğü sonrası bile iyilik konuşan iç sesine kulak vermeyi ve onu bir kahveye sığdıran sıradanlığını tercih etmiştir. Vasiyet bölümünde kalem ve hokka dışındaki varlıklarını güveye teslim etmesi de, meta düşkünü modernizm insanına bir eleştiri olduğu kadar, Raskolnikov’a verilmiş bir cevaptır: Sonuçta üst insan kabul ettiği Nopalyon da ölünce güvenin hakkına düşmüştür. Belki de asıl üstünlük, nasılsa ölüp gittiğinde güve tarafından yenileceğini bilenlerin bit gibi yaşamayı tercih etmesidir.
Yazar: Yavuz Ahmet
İlk yayımlandığı yer: Roman Kahramanları/Temmuz-Ağustos-Eylül 2022
Bir yanıt yazın