BİR BAŞKA TİTANİK YOLCULUĞU
Sinema-edebiyat ilişkisi denilince akla ilkin edebiyattan etkilenmiş sinemanın gelmesi son derece doğal: Edebiyat, sinemadan önce de vardı ve sinema, konulu ilk filmlerin çekilmeye başlanmasıyla beraber edebiyatı, özellikle de roman türünü beslenme alanlarının başına koymuştu. Tersine bir bakış açısı da mümkün. Hele ki cep telefonlarından bilgisayar ekranlarına görselliğin hayatın bir parçası olduğu günümüzde sinema, edebiyat üzerinde birtakım etkilere sahip. Kısa diyalog cümlelerinin uzayıp gitmesi, yüzeysel tasvirler, olayların gerisinde kalmış karakter derinliği, entrik kurgular… Tüm bunlar elbette geniş okur kitlelerine ulaşma derdindeki popülist kitapların kurduğu tuzaklardan. Ama bir yandan da, görsel kurguların biçimlendirdiği okur algısına uygun bir tuzak.
Geleceğin koşullarını bilemeyeceğimize göre, bu tür eserlerden ne kadarının kalıcılık elde edeceğini kestirmek güç. Öte yandan, ta tefrika yayıncılığı dönemlerinde müşteri avcılığına düşmüş popülist romanlardan çok azının günümüz okurunu yakalayabildiğini gördüğümüzde bir öngörüde bulunabiliriz: Sinema, klasikleşmiş çok az örnekleriyle gelecek zamanın izleyicisinde yer bulabiliyor. Aynı hikâyenin aynı müziklerle yeniden çekilebilmesi imkân dâhilinde olduğu için de bu kalıcılığın gerisinde oyunculuk ve yönetmen başarısı yatıyor. Gelişen teknoloji sinema sanatını sürekli ileriye taşıyarak o dönemin izleyici zevkini de belirliyor. Şu halde doğrudan sinema diline yaslanan edebi bir metin, o dil kendini sürekli yeniledikçe eskiyecek ve sonranın okurunun nezdinde çok da itibar görmeyecektir.
Eritreli yazar Ebubekir Hamit Kehhal’ın Afrika Titanikleri romanı, sinema sanatından beslenmiş edebi örneklerden. Romanın gerek ismi gerekse kurguyu şekillendiren ana düşüncesi beslenilen o kaynağı işaret ediyor. Özgün ismi Titanikiyat Afrikıyye olan ve Hülya Afacan’ın kusurlarla dolu bir dille çevirdiği roman, Mayıs 2013’te Mana Yayınları tarafından yayınlanmış. Öncelikle çift satır aralığıyla bile yüz on bir sayfa tutmuş Avrupa Titanikleri’nin romandan ziyade uzun hikâye sayılabileceği eleştirisi getirilebilir. Evet, değerlendirme kriterlerini hacme göre belirleyecek olursak böyle bir eleştirinin haklılık payı var. Gelgelelim konu öyle demiyor. Arasında Türkiye’nin de bulunduğu günümüz dünyasının en önemli sorunlarından birisini, mülteci meselesini ele alan bir yol hikâyesi konu. Belki yolculuğun tek bir merhalesine yoğunlaşılmış olsa, hacim gibi konu da hikâyeyle sınırlı kalabilirdi. Ama asıl vurucu kısımların sinemaya has sinopsis tekniğiyle geçiştirildiği mevcut konu için, romana yakışır bir kurgunun yazarın yetersizliği nedeniyle uzun hikâye miktarında kaldığı tespitini pekâlâ yapabiliriz.
Edebiyattan sinemaya yapılmış uyarlamalar bir tür naziredir. Senarist ve yönetmen işbirliği hem asıl metnin edebi dünyasına saygı duyup o özü beyaz perdeye yansıtmayı amaçlar hem de bu bambaşka sanatın kendi kurallarını uygulamak ister. Bir edebiyat uyarlaması her iki alana gerekli saygıyı duyabildiği oranda başarı kazanır. İlhamını sinemadan almış edebiyat da aynı yoldan ilerlemeli. Titanik gibi sinema tarihinin en özel örneklerinden birisini kurgunun hareket noktası olarak belirlemiş bir yazarın işi çok zordur. Tek başına fikir yetmez. Aynı zamanda o görsel sanatla yarışa girmiş bir metni de ortaya koyma iddiası taşımalıdır. Yoksa üstünkörü kaleme alınmış bir metin, bir sinema şaheserinin sağladığı tanınmışlıktan nemalanmaya çalışan ucuz bir menfaat girişimine dönüşecektir. Ki Avrupa Titanikleri insana ister istemez bunu düşündürtüyor.
Afrika Titanikleri sadece ismiyle bile zengin çağrışımların kapılarını aralıyor. Orada, sinema klasiklerinden birinin adı tüm felaket çağrışımlarıyla duruyor. Yazar, Afrikalı Titanikleri’ni Titanik filminin gösterime girdiği bin dokuz yüz doksan yedi yılından önce1 yazmış olsaydı aynı ismi tercih eder miydi? Açıkçası bunu pek olası görmüyorum. Tespitim, isim tercihi noktasında Kehhal’a yönelik bir eleştiri sayılmasın. Kitap daha ismiyle derdini anlatmaya başlıyor çünkü: Avrupa’ya ulaşmak isterken Akdeniz’in sularında boğularak ölen Afrikalı mülteciler. Ve ünlü Titanik gemisiyle Afrikalı mültecilere mezar olan derme çatma tekneler arasındaki tezat. Ve birinin ultra lüks hizmetler sunduğu zengin yolcuları, diğerinin temel insani ihtiyaçlardan yoksul çaresiz kaçakları. Alın size ironi: Gemiler, zamanlar, yolcular ve sular farklı. Ama sonuç aynı; ölüm.
İki kelimeden ibaret başlığıyla bu denli çağrışımın kapılarını aralayan bir kitabın, okurda büyük beklentiler oluşturması kaçınılmaz. Elbette romanlar birer kutsal kitap değildir ve her cümlenin ok gibi bir hedefe yöneleceği iddiası da yoktur. Yine de karakterlere kazandırılmış hayatiyetle, bize mağdurun trajedisine ortak olma hissi verecek atmosferiyle, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin arada bir aklımıza düşürüp dinlenebileceğimiz bilgece sözleriyle romanlar; insana ve hayata yaklaşabildikleri oranda büyürler. Ne var ki Kehhal bu noktada bizde bir hayal kırıklığına neden oluyor. Anlatıcı, sinema diline has bir acelecilikle çıkıyor sahneye ve kendisiyle empati kurmamıza kalmadan yollara düşüyor. Yola çıkılan yerin atmosferi, izlediği belgesellerden Afrika coğrafyasını tanıdığı umulan okurun hafıza yeteneğine bırakılıyor. O zorlu çöl yolculuğunun derinliği de nispeten kısa diyalog cümleleriyle verilmeye çalışılıyor.
Ana karakterimiz, Eritre’den Hartum’a gelmiş Ebder. Daha önce iki kez Avrupa’ya gitmeye çalışmış bir genç. İlkinde Sudan’dan Libya’ya geçmiş, ikinci denemesinde Tunus’a. Beş yıllık bu dönemi ‘Korunmuş Yıllar’ kabul ediyor. Ve bu denemelerini Maske ve Aldanış adıyla tiyatro şeklinde yazmış. Hatta oyun tiyatroda sahnelenmiş. Afrika Titanikleri, Ebder’in üçüncü iltica girişimini anlatıyor.
Roman, anlatıcı karakterimiz Ebder’in kendisine takılan lakapları anlatmasıyla başlıyor: Göçmenlerin kaçak dünyalarına ilişkin haberleri öğrenmeden uyuyamadığı için El-Avakis, Hartum’dan ayrılıp çöl üzerinden Libya’ya giderken Yarasa, iyi koku aldığı için Şemmam, yöresel dilde aslan anlamına gelen Umbusa. Hartum’da aldığı sonuncu lakapsa Aksak. Çünkü bu lakabı almasıyla çıkacağı yolculuğun ilgisi var. Ona, Hartum-Umm Durman arasında gidip gelmekten ve kaçakçı simsarlarla görüşmek amacıyla araştırmalar yapmaktan ayaklarında nasır tuttuğu ve bu yüzden aksadığı için Aksak lakabı veriliyor.
Kehhal’ın, romanın ilk sayfalarında sinema dili tuzağına düştüğünü söylemek zor. Hatta kitabın isminin anlam zenginliğini pekiştirircesine göç olgusunu bir teşbihle açıklıyor. Anlatıcımız, çaldığı çanla Avrupa’da çocukları peşine takıp götüren bir büyücüden söz ediyor. Afrika’daki göç rüzgârını da çan çalan bu büyücüye benzetiyor. Şüphesiz böyle bir teşbih seçiminde Hristiyan Avrupa’nın Afrika’daki sömürgeci geçmişine ve misyonerlik faaliyetlerine gönderme söz konusu. Avrupalı anneler, çocuklarının büyücünün peşine takılmasını engellemek için kendilerini paralıyorlar. Afrikalı anneler, çocuklarını göç rüzgârına kapılmaktan korumak uğruna beyhude bir çaba içerisindeler. Aradaki en önemli farksa Avrupalı annelerin mücadelesi masal. Afrikalı annelerinkiyse gerçeğin ta kendisi.
Ama bir kaçakçıyla anlaşan Ebder’in yola çıkışıyla beraber Kehhal, bir anda o olgun sayılabilecek üslubuna ihanet ediyor. Çölde yapılan yolculuk on beş gün sürüyor. Yollarını iki kez haramiler kesiyor. Şoför, onlardan kaçayım derken yolu kaybediyor. Susuzluk ve açlık baş gösteriyor. Araçtaki kaçaklar peş peşe ölmeye başlıyor. Ve bu denli trajik bir yolculuk romanda, yedi-sekiz sayfada adeta özetleniyor. Üstelik romanda yolculuğa ayrılan kısmın üçte biri, şoförle Ebder’in üç sayfa süren konuşmasından ibaret. Oysa kaçaklar bin bir zorlukla nihayet çölü açıp kısmen güvenli bir limana –Trablus’a- geldiklerinde, yazarın anlatım hızı da2 birden sakinleşiyor. Bir yan karakter olan Mahluk’un dedesinin hikâyesi giriyor araya ve hikaye amaçsızca uzadıkça uzuyor. İşin garibiyse ana karakterin aile geçmişine neredeyse hiç değinilmiyor.
Simsarlar tarafından bir evde tutulan kaçaklar, polis baskınından kurtulduktan sonra birden Tunus’a gitmeye karar veriyorlar. Trablus-Tunus arasında yürüyerek yapılan yolculuğun ardından da –güya- asıl bölüm başlıyor: Derme çatma bir gemideki yolculuk. Kehhal’ın tuhaflığı yine devreye giriyor. Ebder, otelde bekledikleri sıra oda arkadaşı Maluk’un hikâyesini okuyor. Bu hikâyeye yazar yedi sayfa ayırıyor. Romana ismini veren ve aynı zamanda kurgunun finali olan gemi yolculuğunaysa altı sayfa. Üstelik bu altı sayfanın önemli bir kısmı Maluk’un şiirlerinden oluşuyor. Polis baskınında yakalandığı için gemiye binememiş Ebder’in, gemide yaşananları zaman zaman kahraman ağızlı anlatmasıysa ya yazarın büyük hatası ya da çevirmenin acemiliği.
Kehhal yazarlık anlayışını, asıl anlatılması gereken yerleri özet geçmek üzerine kurmuş olmalı. Oysa hayatını balıkçılıkla kazanan birisinin, sırf kaçakçılara verecek parası olmadığı için kendisini kaptan olarak tanıtması ve derme çatma gemi su alıp bozulduktan sonra verdiği uğraş bile tek başına roman konusu olmaya yeter. Mültecilerin yirmi iki gün boyunca yaşadıkları, hastalık, geminin yanı başında yüzen cesetler, o korku hali herhalde sağlam bir kalemin elinde olağanüstü bir kurguya dönüşürdü.
Burada Kehhal’ın tercihine bir örnek verelim:
“Ani bir hastalık sonucu yolculardan iki kişi öldü. Yedinci güne kadar cesetleri güvertede kaldı. Yedinci günün akşamı motorun çalışacağına ve yardımın geleceğine dair ümitler kaybolunca onları suya attılar. … Geminin batmasından dört gün önce yani on sekizinci günde yolcular birer birer açlık ve susuzluğun kurbanı olmaya başladılar. Güneşin batmasından sabahın alaca karanlığına kadar yirmi kişi can çekişti, günün doğmasıyla birlikte ise ruhlarını teslim ettiler. … İnsanlar geminin güvertesinde dağılıp dört bir yanı kolaçan etmeye başladılar. Bir saat sonra onu gördüler. Büyük bir petrol tankeriydi.”
Yazar, yirmi iki günde yaşananları neredeyse iki sayfada anlatıp Mahluk’un şiirine geçiyor.
Aslında Kehhal, edebiyata benim gibi bir mesele amacı yükleyenler açısından son derece isabetli ve gerekli bir konuya el atıyor. Mülteci meselesi, günümüz Türkiye’sinin de en önemli sorunuysa şayet ve onca gözlem çabama rağmen hala Suriyeli, Afgan mültecileri yollara düşüren motivasyonu tam anlamıyla anlayamamışsam, en azından Afrika Titanikleri romanını okuyarak o anlama biraz yaklaşabilmeliyim. Achebe, Afrika Üçlemesi’nde geride kalanların hikâyesini sert bir gerçekçilikle gözler önüne sermişse; Mda, Adınla Başlar Hayat’ta Güney Afrika’nın soyut duvarları dibinde filizlenmiş o aşkı ve insanlığı verebilmişse; Kehhal da Afrika Titanikleri’yle yola çıkanların çıkışsızlığını ve çaresizliğini neden göstermiş olmasın?
Ama Kehhal, Titanik filmine ihanet ediyor. Temel kurgusu bir deniz yolculuğu üzerine kurulu bir filmden ilhamla yazılmış olan romanda, kahraman anlatıcı zaten gemiye binemiyor ve gemi yolculuğuyla ilgili kısım, romanın yüzde onu kadar bile yer tutmuyor. Orada yaşananlarla ilgili özet bilgiler de Maluk’un ölümüyle ilgili duyumlarına dayalı. Edebiyatın yeri geldiğinde sinemadan beslenmesi de bir zenginliktir. Elbette üretilen metnin, ilham kaynağına gerekli saygıyı göstermesi koşuluyla.
Yine de ele aldığı konu cephesinden baktığımda, tüm acemiliğine rağmen Kehhal’ın kusurunu maruz görmekten kendimi alıkoyamıyorum. Danimarka’da yaşıyormuş Kehhal. Ve benim kendisiyle karşılaşma ihtimalim yok. Ama oldu ya karşılaştık ve yetenekli bir mütercim aracılığıyla ona şöyle dedim: “Keşke sinemadan beslenmen sadece kitabın başlığından ibaret kalsaydı. Günümüz okurunun görselliğe dayalı algı biçimini bu denli dert edinmeseydin. Ya da bir insanlık trajedisini anlattığın hikâyeni oluştururken, izlediğin filmler yerine okuduğun kitaplarla zenginleşseydin.” Herhalde bana, Ahmet Mithatvari bir yaklaşımla itiraz ederdi: “Mesele nasıl anlattığın değildir, neyi anlattığındır. Orada çocuklar ve kadınlar ölürken, sırf ten renklerinden ötürü hayvan hesabına dahi alınmayan insanlar ölüme terk edilirken bu trajediyi nasıl anlattığımın ne önemi var?” Sanırım bu itiraz karşısında düşünür, düşünür ve nihayet “Haklısın Kehhal.” derdim. Öte yandan aynı itirazı benzer cümlelerle çevirmen ve çeviriyi o haliyle basan Mana Yayınevi yaparlarsa onlara “Haklısınız.” demezdim. Zira bir çevirmenin eline aldığı kitap, başka bir dilde temsil edilmesi için ona emanet edilmiş demektir. Ve her kötü çeviri emanete ihanettir.
Yazar: Yavuz Ahmet
- Hülya Afacan, başta ‘de’ bağlacının kullanımı olmak üzere çok fazla dil yanlışı yapıyor. Çatı uyumsuzluğu ve diğer zayıflıklar da romanın ciddiyetinin gölgelenmesine yol açıyor. Muhtemelen bu hatalarda, Afrika Titatikleri’nin Afacan’ın ilk çevirisi olmasının etkisi büyük.
↩︎ - Burada şu da düşünülebilir: “Sonuçta Titanik Faciası gerçek bir olaydır, yazar da pekâlâ oradan etkilenmiş olabilir.” Romanda finaldeki gemi yolculuğunun kısaca özetlenip geçilmesi hatta kahraman anlatıcının gemiye bile binememiş olması tersini söylüyor. O kısım, sırf kitaba böyle bir isim verilebilmek için sonradan eklenmiş gibi emanet duruyor.
↩︎
Bir yanıt yazın