Halid Halife: “Yazar, üslubu ve anlatı tarzıyla yazardır.”
Aynur Kulak
Halid Halife ile son yayınlanan romanı Ölmek Zor İş odağında fakat tabii ki Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok romanını da kapsayacak şekilde konuşarak bir söyleşi gerçekleştirdik. Yaşam, ölüm, kayıplar ve çözümsüzlükler odağında yaşanan dramlarda; Suriye’de neler olup bittiğine dair gerçekliğinden neredeyse şüphe etmediğimiz kurgularla hikâyelerini bize anlatan Halid Halife’nin ısrarla üzerinde durarak anlattığı her bir detay söyleşimizin tamamına yansıdı. Yaşam asla sıradan bir var olma savaşı değildir fakat bir yaşam savaşı içerisinde gelen ölüm nasıl sıradanlaşabilir?
Biyografinizden yola çıkarak sizden başlamak istiyorum söyleşimize. Hukuk okuyorsunuz. Hukuk öğreniminizin edebiyatınıza katkısı ne yönde oldu?
Üniversite günleri benim için hayat üzerine düşünmek ve her genç yazarın ihtiyaç duyduğu bir tür burs olan aile parasıyla dilediğim gibi yaşamak; zamanımı takılarak ve kitap okuyarak, hayatı keşfederek ve tabii ki yazarak geçirmek için bir fırsattı. Üniversiteye gitmeden bahsettiğim gibi bir yaşam mümkün olmazdı. Üniversitede amacım, bir hukukçu olarak mezun olmak değildi. Tabii, hukuk eğitiminin bana kattığı, olaylara soğukkanlı bir şekilde yaklaşmak, bir sorunun temel nedenini araştırmak ve hüküm vermek için ilk bakışla yetinmemek gibi pek çok yararlı bilgi var. Fakat bu bölümden mezun olduktan sonra diplomamı kaldırıp masamın çekmecesine koyacağımı daha ilk andan itibaren biliyordum. Ancak üniversite yılları ailemle aramdaki çatışmayı erteledi. Eğlenceli, gerçek ve çok faydalı yıllardı.
Zamanda geriye doğru gidersek kafanızda bir roman yazma fikri ilk olarak nasıl oluştu, bunu merak ediyorum. Fakat bu merakımla birlikte şunu da sormak istiyorum, yazmaya ilk başladığınız günlerde yazdığınız romanların dünya edebiyatı içerisinde bu kadar okunacağını, ödüller alacağınızı hayal etmiş miydiniz?
Kitaplarımın dünyaya ulaşmasını ve ödül listelerine girmesini beklemiyordum ve bunun için çabalamadım. Yazmaktan tek beklentim bir masa, iyi bir sandalye ve kahvenin olduğu rahat bir yerdi. Böylece sevdiğim hayatı yaşayacak, hikâyeler anlatacak, kitap taslakları üzerinde çalışacak, kitap okuyup film izleyecek, tabloların tadını çıkaracak ve her zaman kendini yenileyen hayal dünyamda yaşayacaktım. Daha ilk anlardan itibaren bunun kolay olmayacağını fark ettim. Çünkü anlatıların çatışması her tür silahın kullanıldığı herhangi bir savaştan daha az tehlikeli değildi. Şimdi bile tartışma sesleri yükseldiğinde kaçıyorum. Sesi en çok çıkanın haklı olduğunu düşünen insanlarla gürültülü tartışmalara giremem. Alçak sesli, menfaat hesapları yapmadan kendini derin insanî düşüncelere adamış insanlara her zaman hayranlık duymuşumdur. Bu, benim için hakkı ifade ediyor. Hayatım hâlâ değişmedi. Ancak, küçük başarılar denilen şeyler aptalların hayatıma müdahalesini azalttı, istediğim gibi yaşama ve yazacağım yeri seçme konusunda daha fazla özgürlük verdi. Koşullarım hâlâ sağlam bir masa, rahat bir sandalye ve lezzetli bir kahvenin ötesine geçmiyor. İçimde yaşayan birçok hikâye ve roman var ve bunları yazmak istiyorum, nereye varacaklarını pek umursamıyorum.
Romanlarınızda genelde aile ilişkileri, hak ve özgürlükler, kültürel değerler, savaş, iç savaş, ölümler, kayıplar gibi çeşitli temaları işliyorsunuz. Bu temalar eşliğinde romanlarınızın birbirinden farkının ne olmasını istediniz?
İlk hedefim, başkalarının sesinden, anlatısından ve üslubundan farklı olmaktı; özellikle ne kadar kaçsak da tenimize vurdukları damgayla karşılaşacağımız öğretmenlerimizinkinden. Yazar, bu izlerin gücünü olabildiğince azaltmalı ve onu kendi üslubuna mezcetmeli, karıştırmalıdır. Yazar, üslubu ve anlatı tarzıyla yazardır, nitekim bir süre sonra yazdığı eserler onu temsil eder ve diğerlerinden farklı kılar. Hep böyle düşünürdüm ve hâlâ aynı kanaatteyim. Dediğiniz gibi eserlerimde ele aldığım temalar çeşitli ama bir taraftan da dar ve benzer gibi görünüyor. Yazmayı en çok sevdiğim zaman dilimi Suriye’nin seksenli yılları. Çünkü Suriye’yi kaybedişimizin, Suriye’nin demokrasiyi, yani ona yakın bir yaşama umudunu yitirdiği o belirleyici andan itibaren başladığına inanıyorum. Diktatörlüğün gölgesi altında yaşamak sizi benzerliğe düşmeye ve her eserinizde farklı olma çabasına girmeye maruz bırakıyor. Her zaman yeni anlatı biçimleri üretmeye çalışan bir yazar olarak benim için en büyük meydan okuma bu.
Türkiyeli okurlar sizin edebiyatınızla ilk kez Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok kitabınızla tanıştı. Halep şehri bu romanınızda başlı başına bir karakter olarak yer alıyor ve ayrıca Suriye’deki çatışmaların kökenini daha “derinden” anlamak isteyenlerin okuması gereken bir roman olarak karşımıza çıkıyor yorumunda bulunsam ne söylemek istersiniz?
İşin aslı günümüzde kimse çatışma mekanizmasını anlamak istemiyor. Çünkü insanlar sadece kendi geçimiyle ilgileniyor, halihazırda ve tarihî olarak bizim gibi komşu ülkeler olsalar bile durum değişmiyor. Buna rağmen, Türklerin küçük bir kısmı Suriye’deki durumun, halkların onuru ve anayasal haklarının iadesi için bir halk devrimi olduğunu anladı. Biz Suriyeliler de bu dünyanın bir parçasıyız ama dünya bizi umursamıyor. Biz halklar haline geldik ama dünya bize farklı mezhep grupları ve unutulmuş bir kültürün sahipleri olarak bakıyor ki bu gerçek değil. Biz de bu dünyanın ve kültürünün bir parçasıyız. Bir kitap ya da bir yazarın bu boşluğu doldurması mümkün değil. Ben eserlerimi yazıyorum, dünyanın kitaplarımı bir antropolog ve sosyolog olarak değil, bir yazar ve romancı olarak okumasını istiyorum. Halep on dokuzuncu yüzyılın sonunda ve yirminci yüzyılın başında kelimenin tam anlamıyla bir dünya şehriydi. Günümüzde ise haritada yerini gösterecek birilerine muhtaç.
Savaşlar ve iç savaşlar arasındaki farklar açısından ikisi de çok yıkıcı ve sarsıcı fakat dünya edebiyatına baktığımızda iç savaşın olduğu romanlar (daha derin ve çözümsüz süreçler olduğu için belki de) daha katmanlı gibi. İç savaş odağında yazmak toplumları yansıtma biçimini edebiyat içinde farklılaştırıyor mu?
Kesin olan şu ki, Suriye’de yaşananların bir iç savaş değil, demokratik hakların geri alınması adına hegemonya, diktatörlük ve tek parti yönetiminden kurtulmak için verilen uzun soluklu bir mücadele olduğunu söylemek istiyorum. Arap dünyasında meydana gelen olayları oryantalist bir bakış açısıyla okumak, bu iki dünya arasındaki anlayışın geleceğine büyük zarar verdi. Arap dünyası Arap Baharındaki devrimler sonrası daha büyük bir karşı devrimle karşı karşıya kaldı ve ilk raundu kaybetti. Bu fahiş hata düzeltilmelidir. Mısır, Suriye, Yemen, Irak, Tunus ve Libya ve diğer Arap ülkelerinde halkların haklarını geri kazanmak için mücadelesi devam ediyor. Bu toplumların başkaları tarafından yanlış anlaşılma gibi bir sorunu var zaten. Bu toplumlar hakkında yazmak da öyle görünüyor. Suriye’de yaşananlar hakkında uzunca bir süre yazacağımıza ve bunun basit ve kolay bir şekilde sona ermeyeceğini düşünüyorum. Kader felaketler için bir toplumu seçiyor ve bizim için de bu trajediyi seçti. Başımıza gelenler trajedi boyutunda feci ve acı verici. Yazarlar olarak bu büyük trajediyi ona yaraşır anlatı üsluplarıyla parçalara ayırmalıyız.
Bu Şehrin Mutfaklarında Bıçak Yok romanınızdan sonra Ölmek Zor İş romanınızı okuduk. Bu romanınızda daha çok bireylere odaklanarak -aile bireylerine odaklanarak- hikâyenizi anlatıyorsunuz. Nereden bakarsak bakalım trajik bir yol hikâyesi bu fakat şunu konuşmak istiyorum sizinle, ölüm gerçeği -özellikle de bir trajedi üzerine kurgulanıyorsa- gömülmek istenen her şeyi yeryüzüne bir şekilde çıkarıyor ve yaşam gerçeğinin içine katıp yeniden hayata döndürüyor sanki, ne dersiniz?
Bu okuyuşunuza katılıyorum ama bunu tek okuma olarak görmüyorum. Bu romanım yayımlandıktan sonra yirmiden fazla dile çevirisi yapıldı. Hâlâ farklı yorumlar alıyorum ve hepsinin doğru olduğunu düşünüyorum. Ben 2013’te çılgınca yanmaya başlayan Suriye’deki savaş ateşinin sıcak anlarına dair bir kitap yazmak istedim. Burada yaşanan adeta küresel bir savaştı, bütün dünya yeryüzündeki bu küçük toprak parçasına saldırmak istedi, devrimin zafer kazanmasına engel olup onu savaşa dönüştürdü. İhmal edilmiş bir köşede, imkânsız olmasına rağmen babalarının vasiyetini yerine getirmeye ve cenazesini gömmeye çalışan insanlar vardı. Bu, Ölüm Zor İş’i nasıl ve neden yazdığımı hatırladığımda düşündüğüm okumalarımdan biri. Başka okumalarım da var. Ama sizin görüşünüze de katılıyorum.
Ölmek Zor İş romanınızda, ayrıca bireysel, aile bağları, toplumsal ve politik olarak “gerçeğin asla ölemeyeceğinin” de altını çizmek istiyormuşsunuz gibi geldi ve bunu bir babanın ölümü ve kardeşlerin anlaşamaması meselesinden yola çıkarak vermeye çalışmanız çok etkileyici. Bu etki siz romanı yazarken kendiliğinden mi oluştu yoksa zaten tam da yapmak istediğiniz şey bu muydu?
Genel olarak romanı yazmaya başlamadan sadece Bülbül karakterini düşündüm. Çeyrek asırdır yazmayı düşündüğüm Bülbül karakteri için bir mekân arıyordum. Bu romanı yazmaya karar verdiğimde her şeyden korkan Bülbül için burası uygun bir yer, dedim. Bülbül karakteri Suriyeli, İngiliz, Somalili, Kuveytli olduğu kadar bir Türk. Nihayetinde kültürler farklı olsa da insanın korkusu çeşitli boyutlarda olsa da birdir. Bülbül, her şeyden korkan bir karakter: evlilikten, aşktan, rejimden, muhaliflerden, gelecekten. Buna rağmen babasının cenazesini savaş koşullarında yolları aşarak nakletmek gibi imkânsız bir görevle karşı karşıya kalıyor. Evet, aileyi, her şeye rağmen ölmeyen anlaşmazlıkları, ölümün kolayken zor bir işe dönüştüğü savaşta intikalin ve yaşamanın zorluğunu yazmak istedim.
Hemen hemen tüm dünya medeniyetlerinin kurulduğu Ortadoğu’nun coğrafyasını, bu kadim coğrafyanın ne hale geldiğini anlatmaya devam edecek misiniz?
Evet, başka bir işim yok. Üç yıl önce resim sanatına dönmüş olsam da kafamda hâlâ bildiğim yerler hakkında yazmak istediğim pek çok roman var. Bilmediğim bir yer ya da kokusunu almadığım bir koku hakkında yazmayı sevmiyorum. Hayal dünyasına dalmış bir yazar olsam da yazmak için hayal gücümün bile kokuyu alması gerekiyor. 2019’da yayımladığım “Kimse Namazlarını Kılmadı” adlı romanım Halep’teki Osmanlı hakimiyetinin son yıllarını anlatıyor, dolayısıyla İstanbul ve Halep bu romanda yan yana yer alıyor. Önümüzdeki Temmuz başında Londra’daki Faber&Faber ve New York’taki FSG tarafından İngilizce olarak yayımlanacak. Umarım Türk okurlar da bu romanımı okuma fırsatı bulur. Yeni bir çalışmam var ve yakında Arapça olarak yayınlanacak.
Pandemi süreci, Doğu Avrupa’da Rusya-Ukrayna sıcak savaşı, iklim felaketleri, büyük ekonomik krizler ve tabii ki Ortadoğu’nun içinde yaşanan iç savaşlar… Geleceğe dair umudunuz var mı? Dünya yenileniyor deniyor fakat bundan sonrası için umuda dair bir his oluşuyor mu içinizde?
Dünyanın değişeceğine dair büyük bir umudum var. Tüm bu faşizm ve ikiyüzlülük devam edemez. Ancak, bu değişimin ilk evresi insanların lehine olmayabilir. Artık dünya yüzündeki tüm maskeleri çıkarıyor. Belirleyici bir zamandayız, umarım bu durum halklarımız için daha az sert ve daha merhametli olur.
SÖYLEŞİ: Aynur Kulak
sanatkritik.com / 7 Temmuz 2023
Bir yanıt yazın