Arap Edebiyatı

FAS COĞRAFYASINA AÇILAN PENCERE: KUTSAL GECE

2017 yılında Zeytinburnu Öykü Festivali kapsamında okul programlarına katıldığımız yazarlar arasında Faslı öykücü Enis Rafii de vardı. Rafii, katılımcılardan gelen “Nasıl yazar oldunuz?” sorusunu, çocukluğunda Marakeş Meydanında hikâye anlatıcılarını dinleyerek hikâyeye ilk kez ilgi duyduğu şeklinde yanıtlamıştı. Bir meydanda orta yerde durmuş,  çevresinde toplanan kalabalığa hikâye anlatan anlatıcı… Tam da Doğu’nun egzotik simasına yakışan bir manzaraydı Rafii’nin örneği ve Arap kültüründeki makamelerin doğrudan dinleyiciyle buluşan bir yönünü oluşturuyordu. 

Aslında manzara bize pek de yabancı değil. Köy evlerinde uzun yıllar anlatılan halk hikâyeciliği geleneği de, Doğu’da hâlâ bir gelenek olarak varlığını sürdüren dengbej anlatıları da benzerlik gösteriyor. Tabi halk hikâyeciliği televizyon ve dizi kültürü karşısında kaybolup giderken Fas’ın önemli şehirlerinin büyük meydanlarında hikâye anlatıcıları dinleyicilerine seslenmeye devam ediyor.

İşte, Tahar Ben Jelloun’un Kutsal Gece kitabını elime aldığımda, kendimi bir anda Fas meydanlarında bulacağımı düşünüyordum. Nitekim kitabın “Konum” adlı birinci bölümü hikâye anlatıcılarının hazırlandığı bir meydanla, Büşayib Meydanıyla karşılıyordu okuru. Bu durumda okurda yarı masalsı, kısmen büyülü gerçekçilik tadında bir romanla karşı karşıya olduğu beklentisi oluşuyor. Fakat devamında, kurgu zaman zaman büyülü atmosferlere, sanrılara selam dursa da okuru, katı ve bir o kadar da acı gerçeklikle baş başa bırakıyor.

fas cografyasi

Kutsal Gece, Müslüman ve kapalı bir toplumda varlığı normların eline bırakılmış kadın kimliğine odaklanıyor. Bir erkek evladı olmadığında mirasının hiç sevmediği erkek kardeşine kalmasından korkan baba, ilk yedi çocuğu kız olduğundan, sekizinci çocuğu da kız doğarsa onu etrafa bir erkek olarak tanıtmayı tasarlıyor. Karısı yine bir kız doğurunca da rolüne kaptırıyor kendini, göstermelik sünnet töreni bile düzenliyor, ablaları dahi en küçük kardeşlerinin erkek olduğunu sanıyor. Kurgunun bu süreci, Kutsal Gece’den ziyade yazarın bir diğer romanı Kum Çocuk’un konusu. Kutsal Gece, işte o babanın ölümüyle başlıyor. Cenaze sırasında anlatıcımız kaçırılıyor, sadece çocukların yaşadığı ve asla büyümenin olmadığı bir köye götürülüyor. Sanki masalsı, kısmen fantastik, sembolik bir alana kapı aralamış gibi görünüyor yazar. Ne var ki daha sonra, özellikle de kahramanımızın hapishanede kaldığı süreçte göreceğimiz üzere bu kaçırılma bir hayalden, sanrıdan ve belki de kâhince bir öngörüden ibaret. Çünkü babanın ölümü, erkek kıyafetleri içine hapsedilmiş kadın kimliğinin özgürlüğü demek. Gerçeklikten hayali olana yapılmış gibi görünen kaçırılma, aslında sahte olandan gerçekliğe bir uyanış. Uyanış, rüyaya dalma biçiminde sembolik yönlü veriliyor. Anlatıcının, babasının mezarına ona sahte erkek kimliğini hatırlatan eşyalarını gömmesiyle yolculuk başlıyor. Tecavüze uğraması, sığındığı hamamda çirkin bir kadın olan Oturaklı’nın ona sahip çıkması, Oturaklı tarafından kör kardeşi Konsolos’un bakımı için işe alınması, Konsolos’la ablasının çarpık ilişkileri, ardından Konsolos’la anlatıcının yakınlaşması, onları kıskanan Oturaklı’nın anlatıcımızın amcasını bulup getirmesi ve cinayetin ardından hapse düşme… Kutsal Gece’nin ana kurgusu bu şekilde. Tabi hapis sürecinde, gardiyanlara rüşvet vererek anlatıcının alındığı hücreye giren kız kardeşlerinin onu sünnet etmeleri başta olmak üzere bir mahkûmiyet evresi de söz konusu.

Kitapta dikkat çeken hususların başında karakterlerin isimlerinin olmaması geliyor. Başta, anlatıcımız olan genç kızın ismi geçmiyor. Tabi biz Kutsal Gece’nin, yazarın Kum Çocuk adlı romanın devamı olduğundan hareketle anlatıcımızın adının Ahmet olduğunu biliyoruz. Çatışmayı sağlayan iki önemli yan karakterse isimleriyle değil lakaplarıyla, bir anlamda sıfatlarıyla görünüyorlar: Hamam işletmecisi Oturaklı ve görme özürlü erkek kardeşi Konsolos.

Kutsal Gece’nin anlattığı Fas coğrafyası kimi zaman batıl inançların elinde kalmış yoksulların ve çaresizlerin ülkesi. Kadın sünneti gibi din kisvesi altına sığdırılarak sürdürülen adetlerin, Allah ve peygamberin adını anarak kirli emellerine ulaşan tecavüzcülerin, erkek tahakkümünün, yer sarsıntısıyla viraneye dönüşmüş yerlerin, kötülük yapma isteğinde erkeklerden geri kalmayan kadınların, izbe umumi evlerin coğrafyası. Birlikte olmak istediği kadınları seçerken ablasından onları kendisine anlatmasını isteyen Konsolos’un Kuran öğretmeni olması da cabası. Hapishane kısmında siyasi eleştiriye de şöyle bir yaklaştığını görüyoruz yazarın: Şehre yüksek kademeden birileri geleceği için dilenciler toplanır, cezaevinde bir yere kapatılır fakat orada unutulan dilenciler ölür. Ne var ki olay yetkililer tarafından ört bas edilir.

Kutsal Gece, hapishane olgusunun ele alınışı yönüyle aynı izleği merkeze alan anlatılardan ayrılıyor. Anlatıcının asıl hapishanesi bedeni. Bir erkek görüntüsü altında yok edilmeye çalışılmış kadınlığı. Sünnet edilmesi sonrası hastaneye götürüldüğünde hapishaneye dönmek istemesi de o yüzden. Bir anlamda o fiziki hapsedilmişlikte daha özgür, en azından sadece kadın kimliğine göre değerlendiriliyor. Mesela öz amcasını öldürmüş olmanın suçluluğunu hiç hissetmiyor. Onun yerine hayatı bir kör gibi, sevdiği adam Konsolos gibi deneyimleyebilmek için körlük antrenmanları yapıyor, günün kısa bir zamanı hariç gözlerini kapayarak karanlıkta yaşamaya çalışıyor.

Açıkça söylemek gerekirse kitap, meydan anlatıcıları hayaline benzemeyen bir başka hikâye anlatıyor. Görebilmekle körlüğün, rüyayla gerçeğin iç içe geçtiği bir anlatı. Birlikte olduğu kadınları dokunarak tanıyan Konsolos gibi biz de gerçeği, rüyalara ve sanrılara temas ederek fark ediyoruz. Erkeğe yüklenen olağanüstü anlamlarla çevrili bir toplumda kadın olmanın asıl mahpusluk olduğunu, böyle bir ortamda fiziksel anlamda hapishanenin özgürlük mekânına dönüşeceğini fısıldıyor bize bu temaslar. İşin asıl garibiyse gerçeğin bu acılı kadın kimliğine mesafemiz, tıpkı bir meydanda bize hikâye anlatanın anlattıklarını zevkle dinlerken onu kendimizden ayırmamız gibi uzak kalıyor. Oysa mağduriyet, edebiyatın ve özellikle de romanın metinle okur arasında köprü kurmasını sağlayan en avantajlı izlek. Bize benzemeyene açılan pencere değil sadece. Aynı zamanda o eksik mekâna adım atmamızı sağlayan kapının ta kendisi. Bu anlamda Kutsal Gece, bir pencereyi ve belki de bir perdeyi aralıyor daha çok. Gerçi çeviri metinlerin böylesi bir handikabı her zaman ihtimal dâhilindedir fakat ben, Kutsal Gece’deki kapalı kapının farklı bir nedenden kaynaklandığını düşünüyorum.

Evet, Tahar Ben Jelloun Faslı bir yazar. 1944’te Fes kentinde doğmuş. Gördüğü siyasi baskılar sonucu Fransa’ya gitmek zorunda kalmış, Fransa’da yaşıyor ve Fransızca yazıyor. Böylesi bir tercihte Fas’ın Fransız sömürüsü geçmişinin olması da yadsınamayacak bir sebep olsa gerek. Öte yandan Jelloun’un nerede yaşadığının, yazarken hangi dili kullandığının çok da önemi yok elbette. Asıl soru, kimin için ve kime göre yazdığı. 

Jelloun, bu kitabı Fransızlar için yazdığının işaretini daha en baştan veriyor. Babayla kızın, -erkek kılığındaki anlatıcının yani- veda konuşmasında baba, sabah namazı için “Aydınlığın başlangıcını selamlamaya ancak yeten, kısa bir namazdı bu…” tarifini yapıyor. Ortada sanatsal bir amaç yok. Müslüman bir baba, sabah namazını kızına tarif etmeye kalkıyor. Çünkü sadece ‘sabah namazı’ dese Fransızlar açısından bir anlam ifade etmeyecek. Yine, “Ezan okunuyordu” yerine “Aralıksız namaza ve Kur’an okumaya çağrı sesleri duyuluyordu” cümlesi, romanın kimin için ve kime göre yazıldığının bir başka örneği. Burada eleştirim, sabah namazının ya da ezanın açıklanmış olması değil. Günümüzde bir roman yazarının çeviriyi de göz önünde bulundurup yabancı okur için birtakım açıklamaları metin içine yedirmesi anlaşılabilir durum. Ama bu tarifin Faslı bir babanın ağzından çıkıyor olması kurgunun gerçeklik duygusunu zayıflatıyor. Aynı tarifi anlatıcının kendisi yapmış olsaydı, inandırıcılık o kadar zedelenmezdi. Haliyle babanın tariflerini, bakış açısından ziyade yazarın acemiliği şeklinde kabul etmek daha doğru olacak. Cinsellikle ve ensestle bağdaştırılan hamamsa yine Batı’dan Doğu’ya bakan gözlerin bulmak istediği bir başka ayrıntı. Bu tür kullanımlar bize şunu gösteriyor: Yazar da içinden çıktığı topluma tıpkı bir Batılı gibi pencereden bakmayı tercih etmekte. Kapıdan dışarı çıkmaktan, onu var eden coğrafyanın meydanlarında, sokaklarından gezmekten belki utanıyor, belki tiksiniyor. Bu yüzden de mağduriyetine rağmen anlatıcımızla aramızdaki mesafeyi bir türlü aşamıyoruz; onunla ilişkimiz, hikâyesini pencereden izlemekten ibaret kalıyor. 

Ama Jelloun da haklı bir taraftan. Fas coğrafyasına ait bir hikâyeyi onların dilinde, onların istediği gibi bir pencereden göstererek anlatmasaydı Kutsal Gece ile 1987’de Gongourt Ödülüne layık görülür müydü? Ve daha da acısı, güya aynı dinin mensupları ve bir dönem –öyle ya da böyle- aynı Osmanlı tebaasının bir parçası olmamıza rağmen, şayet Jelloun Batılıya göre ve onun için yazmasaydı biz kendisini okur muyduk? Açıkçası Batı’nın kültür gümrüğünden geçmemiş Doğu’yu kabulleneceğimizi hiç zannetmiyorum. 

Bilemiyorum belki de Tanzimat’tan bu yana aydınlarımız “Batılı olalım” derlerken tam da bunu kastediyorlardı: Evimizin doğu tarafına pencere, batı tarafına kapı koymak… Yani beslendiğimiz, bizi büyüten arka bahçemize uzaktan bakarken; sadece bir müşteriden ibaret sayıldığımız parlak caddelere dâhil olup orada yürümek…

Batılının istediği gibi yazmak sadece Jelloun’a has bir tercih değil. Doğu’nun birçok modern anlatılarını okurken feda edilmiş bir gerçeklik izlenimi uyandı bende. Rüyalarla iç içe geçmiş uyanıklık, tam fantastiğin sınırına dâhil olmak üzereyken gerçeğe birden dönüş ve sanrılar… Büyülü gerçeklik diyemiyorum adına. Feda edilmiş gerçeklik daha uygun bir adlandırma. Nerede kayboldu gerçeğin dolaysız söylemi yerine, neden kaybetmeyi tercih ettik o doğrusal söylemi diyorum. Tercih çünkü Doğu’nun yazarları, kendi coğrafyalarını mevcut haliyle değil de Batılının görmek istediği şekilde anlatmayı bilinçli olarak seçiyor. Diğerinin gözünde Doğu; kapalı bir yaşamın doğurduğu cinsel sapkınlık, ensest yaklaşımlar, masalsı bir yaşam biçimi ve fiziksel şiddet gibi anlamlara geldiğinden ona istediğini vermeyi arzulayan metinlerde de okurun önüne; gerçeğin rüya ve hayalle savrulduğu, yarı masalsı ve illa ki sapkın cinsellik-fiziksel şiddet konularını işleyen bir manzara konuluyor. Mesele sadece Batı’nın doğusunda yer almak değil, Batılının dışında olmak. Güney Amerika edebiyatında büyülü gerçekliğin altın çağını yaşaması tesadüf değil. Uzak Doğu anlatılarının mantık sınırlarını zorlayan gerçeklik oyunları tuzağına düşmesi de aynı şekilde. 

Elbette genelleme yapamayız. Çünkü biliyoruz ki aslında bize ulaşan metinler, artık biz de kendimizi o daireye layık gördüğümüze göre, Batılının istediği biçimde yazıldığı için başka dillere çevrilmiş, kabul görmüş. Yoksa gerçeklik duygusunu feda etmemiş daha nice yazarlar da var. Fakat onlar bakış açısı gümrüğünü aşıp bize ulaşamıyor.

Jelloun’un Kutsal Gece ve Kum Çocuk romanları dışında Ülkemde, Annem Hakkında1 romanlarının da Fas coğrafyasıyla ilişkili olması bir yönden ilginç. İnsan demek ki kurgu tekniğini nasıl kuracağı, meselelere hangi pencereden bakacağı gibi hususlarda gittiği yerin insanı olabiliyor. Ama her şeyiyle oraya ait olamıyor. Fransa’ya yerleştikten yaklaşık on beş yıl sonra bile terk ettiği coğrafyanın konularına hâkim olarak kalıyor ki Jelloun, terk ettiği yerlerin hikâyesini anlatmayı tercih etmiş. Bu biraz da çocukluk hafızamıza yerleşmiş bilginin sonradan öğrenilmiş bilgilere ket vurmasından kaynaklanıyor. Mekânları, insanları, olayların ayrıntısını çocuk gözleri daha derinine gözlemler. Burada, yıllardır Mersin dışında yaşıyor olmama rağmen hala Mersin’i anlatırken kalemime o rahatlığın birden geliverdiğini çok iyi bilen bir öykü-roman yazarı olarak sormadan edemeyeceğim: Acaba Jelloun’da Fas coğrafyası amaç mıdır yoksa araç mı?2 Yani asıl dert, terk etmiş olsa da ince bir hüznünü ara ara hissettiği Fas’ı hikâyelerinde yaşatmak mıdır; çocukluğun gözlemlerinin getirdiği bir kolaylıkla en rahat anlatabileceği yeri ve oranın olaylarını tercih etmek midir?

Şayet Kutsal Gece’nin hemen başlarındaki cenaze namazının anlatıldığı paragrafı okumasam, Jelloun’un yine de bir amaç taşıdığını kabul edebilirdim. Sonradan dâhil olduğu bir edebi muhite kendini kabul ettirebilmek için, geride kalanı biraz diğerinin istediği gibi anlatmak zorundaydı. Ama Jelloun’un anlattığı cenaze namazı, yazarın Fas’ı kolay anlatabildiği için seçtiğini ele veriyor:

“Büyük camide cenaze namazını kıldırma görevi, doğal olarak bana verilmişti. Bu görevi, güçlükle gizlediğim bir iç sevinç ve zevkle yerine getirdim. Bir kadın, erkeklerin yönettiği pek de dengeli olmayan bir toplumdan yavaş yavaş öcünü alıyordu. Bu, en azından benim ailemdeki erkekler için geçerliydi. Secdeye kapanırken, önlerinde namaz kılanın bir kadın olduğunu bilseler, bu adamların bedenime karşı içlerinde uyanacak hayvansal isteklerini düşünmekten kendimi alamıyordum. Kimileri de vardır, bu ister bir kadın bedeni olsun, ister bir erkek bedeni olsun, hemen elleri organına gider; burada onlardan söz etmeyeceğim. Bu açıklamamı bağışlayın, üzgünüm, ama bu bir gerçek!..”

Kendimle ilgili önce şunu açıklamam lazım: Doğu romanları üzerine yazılar kaleme alırken İslami bir yaklaşım sergilemek ya da Doğu övgüsü yapmak gibi bir amacım yok. Sadece Batılının dışındaki dünyanın romanını anlamaya çalışıyorum. Fakat sırf Fransız okur öyle istiyor diye bir ölüm merasiminin gerisine cinsel fanteziler yerleştirmeye ve bunun için de –şayet Fas’ta böyle bir uygulaması olan bir tarikat falan söz konusu değilse- cenaze namazına secde eklemeye itiraz etmeden duramıyorum. Bunun adı cehalet olamaz. Hani Fas’ta büyümüş bir insanın cenaze namazında secde olmadığını bilmemesi yine de anlaşılabilir bir durumdur. Romancının bilmemesi ise affedilmez bir hatadır. Bilmediğin inançları, yerleri, olayları yazarken oturur araştırma yaparsın. Yoksa tarihi roman türü ortaya çıkmazdı. Jelloun, hem cenaze namazı kıldırırken secdeye gitmiş bir kadının arkasındaki cemaate cinsel fanteziler kurduracak denli art niyetli hem de sıradan bir romancının bile uyması gereken gerçekliğe uyum ilkesini ihlal edecek denli beceriksiz. Zaten erkek egemen bir toplumda bastırılmış kadın kimliğini ele almasına, zaman zaman parlayan etkili cümlelerine kimsenin itirazı olamaz. Ama böylesine temel noktalarda bile takınmış olduğu tavır ve tercihleri, kadının o çaresizliğini de malzeme yaptığı sonucuna götürüyor bizi. Derdine dertlenmediği kadını anlattığından da okur olarak o mağduriyete ancak uzaktan bakabiliyoruz işte.

Yazar: Yavuz Ahmet

İlk yayımlandığı yer: Roman Kahramanları-Ekim/Kasım/Aralık 2022

 

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir